Türkiye'de medyanın tarihi bir kriz yaşadığı muhakkak. Bunun okurlar da farkında. Böyle olacağı belliydi: Türkiye'de AB dinamiğiyle beslenen reform süreci yıllar önce başladığında, en büyük baskı ve iç sorgulamayı medyanın yaşayacağı, bir kimlik krizinin de gündeme geleceği bu köşede yazılmıştı.
Medyanın, daha doğrusu ona içerik sağlayan editör ve gazetecinin, yorumcu ve köşe yazarının "varoluş nedeni" toplumu vicdan ve akıl terazisinde ölçmek ve sosyal süreçleri iyi okuyarak okutmaktır. Akıl ve vicdan ne kadar önem taşırsa; olumlu olanın hakkı ne kadar dürüstçe teslim edilip yanlış olanın üzerine ne kadar cesaretle gidilirse, medya asıl işlevine kavuşmuş olur: Demokrasinin en temel direklerinden biri olmak, onun korkusuz bekçisi olarak kök salmak.
Medyanın sınavı sürüyor. Ortaya birbirinden çarpıcı ifşaatlar çıktıkça, iddialar ve yargı süreçleri birbirini izledikçe, medyada "kilit" noktadaki editörlerin ve kanaat önderlerinin yalpaladığı ve ideolojik/ politik takıntılarının meslek kaygılarının önüne geçtiği görülüyor.
Haberler saklanıyor, görmezden geliniyor, çarpıtılıyor, hatta okura hatalı habercilik konusunda hesap vermek yerine "sana ne?" diye utanmazca meydan okunuyor.
Toplumsal dönüşüm süreçlerinde böyledir: Her meslekte sahte olanla hakiki olan birbirinden ayrışır; aynanın sırları dökülür.
Aslında Türkiye, kötü niyetli iddiaların tersine, güçlü bir basın özgürlüğünü yaşıyor. Tabular kırılıyor, geçmiş ve bugün sorgulanıyor, "dokunulmaz" diye bilinen kurum ve isimlere farklı merceklerden bakılıyor. Mevcut bazı yasal kısıtlamalara rağmen (bunların hemen kaldırılması gerekir) yorumda herkes özgür. En sert hükümet, yargı ve bürokrasi eleştirisiyle, en coşkulu övgüler her gün okunmakta. Kanaat bol ve çeşitli.
Ama haber konusunda aynı şey söz konusu değil. Medyada esas olan, kutsal olan haberdir. Bir meslektaşımızın yazdığı gibi "söz konusu olan haberse gerisi teferruattır." Haber, eğer haber ise, saklanamaz, görmezden gelinemez. Gazeteci tarihe gündelik kayıt düşmekle yükümlüdür, ayrıca saklanan haber gelir onu bir gün mutlaka bulur. Gazetecinin "gündemi beğenmemek" gibi bir lüksü yoktur.
Haberlerde sonuncu "muhakeme faciası" (yani haberi "görmeme" tercihi) Kafes adlı, orduda bir grup subay tarafından Mart 2009'da hazırlandığı iddia edilen bir "gizli eylem planı" konusunda yaşandı. Haberi 19 Kasım'da Taraf gazetesi vermişti; ama basının bir kesimi ne haberi gördü, ne de yankılarını, tepkilerini izledi.
Bundan SABAH da payını almış görünüyor. Okurumuz Celal Tekin, 22 Kasım tarihli yazısında hayli sitemkar bir dille eleştiriyor, "duyarsızlık" olarak gördüğü eksikliği. "Demokrasi ve özgürlüklerin manşetlerden tasfiye edilmesini doğru bulmadığını" söylüyor. "Keşke kaydığınız kulvar Hürriyet ve Milliyet'in kulvarı olmasaydı, yakışmıyor" diyor.
Bayram günü arayan üç okur da benzer ("eski SABAH gibi gündemi yakalayın, kaçırmayın") görüşte.
Haber gazete(ci)yi gelir yakalar, dedim. Öyle oldu: Perşembe günü, Kafes soruşturması çerçevesinde iki muvazzaf albay ve bir yarbay hakkında tutuklama kararı çıkarıldı.
Haberi -hele rakip gazete vermişsesükunetle değerlendirmek zor olabilir. Ama okurlar "haberdar edilmeyi" bekler, gazeteye sığan her fazladan haber bu beklentiyi daha iyi karşılar.
SABAH, elbette, okuruna, bazılarının yaptığı gibi, küstahça "sana ne?" demiyor.
Özeleştiri, gazeteciliği yüceltir.
Okurların uyarısı doğrultusunda bakıldığında görülen şu:
20 Kasım'dan itibaren Kafes ile ilgili haber hemen hiç verilmemiş (23 Kasım'da Başbakan'ın açıklamaları içinde yer almış, ama o da "bihaber" okura bir bağlam sağlamadan). Ta ki, 27 Kasım tarihli gazetenin baş sayfasında 3 subay için tutuklama emri haberi çıkana kadar (o haberde de Kafes ile ilgili bir "arka plan" yapılmamış).
Oysa, iddialarla ilgili doğan pek çok sorunun izi sürülebilirdi. Meslektaşım Alper Görmüş'ün yazdığı gibi, "Bu ölçüde vahim iddialar barındıran bir haberi hiç görmeyen bir gazetenin pozisyonu, ayrıntılı bir cinayet ihbarının, "gerçek olmayabilir" kuşkusuyla sumen altına itildiği polis merkezi gibidir..."
Denilebilir ki, bazı köşe yazarları o zaman aralığında konuya girmişler. Emre Aköz, Nazlı Ilıcak, Refik Erduran ve Mahmut Övür gibi. Ama yorumla haber aynı şey değil.
Okur haberi okuyacak ki, köşe yazarının kanaatini yerli yerine koyabilsin.
Okurun dediği şu: Ülkenin gündemine (tutuklama kararında olduğu gibi) giren büyük olaylar, gazetenin haber gündeminde de muhakkak yer almalı.