Ülkede veya toplumda bir sorun patladığı zaman, ilk davranış genellikle "Hükümet" e kızmak ve "Bunlar bu işi başaramıyorlar" demek oluyor.
Nedense kimse "Devlet" e dönüp "Nerede yanlış yapıldı" demeyi denemiyor.
"Yürütme" nin ya da "Hükümet" in, Devlet'in erklerinden sadece biri olduğu ve hükümetlerin her seçimde bir başkası iktidar olan siyasi partiler tarafından kurulduğu, gelip gittikleri düşünülmüyor bile.
Diyarbakır'da patlayan ve "Güneydoğu sorunu" nun bir başka boyutu ile gündeme gelmesine neden olan eylemli kalkışma da, ne sadece AK Parti iktidarının sorunudur, ne de bu sorunun sorumlusu tek başına AK Parti iktidarıdır.
"Güneydoğu sorunu" nun ne kadar çok boyutlu olduğunu, hala tartıştığımız "Şemdinli iddianamesi" ertesinde patlayan ve bir çeşit "Devlet krizi" ne dönüşen gelişmelerde de görmedik mi? Diyarbakır'da, Batman'da, Siirt'te patlak veren olayların ortaya koyduğu başka bir durum var: Bugüne kadar Devlet, "Bölücü terör" le dağlarda mücadele ediyordu. Kentlerde ise Güneydoğu sorunu içindeki "Kürt realitesi" nin bölücü terörden soyutlandığı ve demokratikleşme sayesinde sivil siyasete ve dolayısıyla yerel yönetimlere girerek sistemle kaynaştığı varsayılıyordu.
Bir başka varsayım da Abdullah Öcalan'ın İmralı'daki izolasyonunun, onun PKK ile bağlarının da koptuğu anlamına geldiğiydi.
Güneydoğu kentlerinde kitlelerin devlet otoritesine karşı eylem koymaları ve Kürt kökenli belediye başkanlarının da bu eylemin arkasında açık biçimde yer almaları, bütün bu varsayımların yok sayılmaları gerektiğini ortaya koymuştur.
Belki doğru değil. Ama çok yaygın bir inanca (veya gözleme) göre, Öcalan sade dağlardakilere değil, kentlerdeki eylemcilere ve siyasetçilere de yön vermektedir. Bu inancın seslendiricileri "ABD neden bize Öcalan'ı teslim etti" sorusundan giderek, olayların arkasındaki "Dış parmak"ı, komplo teorileri ile de izah etmeye çalışıyorlar. Bu komplo teorilerini Irak'taki ABD-Kürt stratejik ittifakı ve Kuzey Irak'taki devlet benzeri oluşum da, güçlendiriyor açıkçası.
Hiç unutulmaması gereken bir gerçek var.
Cumhuriyet'in kuruluşundan bugüne kadar Güneydoğu'ya ve Kürt realitesine ilişkin, hiçbir partinin kendisine özgü farklı bir politikası veya çözüm modeli olmadı, olamadı. Bu politikayı hep Devlet belirledi. Toplum da bu resmi politikayı tekrarladı.
Yaşanan değişim sürecinde bu politikanın yenilenmesi için girişimler devlette de, siyasette de, düşünce üreten odaklarda da var. Ayrıca dış konjonktür de bu yenilenmeyi zorunlu kılıyor. Ama bölücü terörü durdurmak mümkün olamadığı için, bu girişimler de fazla verimli olamıyor.
Şimdi PKK'nın bir anlamda kentlere inmesi bu politika yenilenmesi sürecini daha da geciktirecektir. "Güvenlik" ve "Bütünlük" söz konusu olduğu zaman, "Siyaset" daima kenara çekilmek zorunda kalmıştır.
Ayrıca bırakın "Güneydoğu politikası" nı, Merkez Bankası'na başkan atayamayan, eğitim reformu yapmak istediğinde YÖK tarafından veto edilen, orman niteliğini yitirmiş ve iskana açılmış kamu topraklarını vergi çemberine almasına izin verilmeyen bir iktidara, Güneydoğu sorunundaki krizler dolayısıyla nasıl kızıp, sorumlu tutabilirsiniz?
Daha geçen haftalarda Şemdinli iddianamesi tartışmalarını "Post-28 Şubat" ortamına sürüklemeye çalışan muhalefete veya medyaya, biraz insaf gerekiyor.