Turgut Özal'ın hazırladığı "24 Ocak kararları" (1980) açıklandığı zaman, çoğu kişi bunun Türk ekonomisinin 1930'dan beri içinde bulunduğu korumacı-devletçi modelin sonunu getireceğini kavramamıştı.
Dönemin ünlü bir Marksist ekonomisti ile Milliyet için yaptığım söyleşide, bu ekonomist Özal'ı ve programı övdü. 24 Ocak kararları ile Türkiye'nin evrensel ekonominin gerçeklerini nihayet kabul ettiğini söyledi. Bu söyleşinin yayınlandığı gün, Beyoğlu'ndaki bir entel barda buluştuk. Biz sohbet ederken ünlü ressamlarımızdan biri geldi, yanımıza oturdu ve ekonomisti o günkü söyleşisinden ötürü övdü.
- Solcu olmana rağmen kendi çevrenin tepkilerini hesaba almadan düşüncelerini açıklamışsın. Seni medeni cesaretinden ötürü de kutlarım, dedi.
Biraz sonra bara solcu aydınlardan bir grup girdi. Bizi görünce onlar da yanımıza geldiler ve ekonomiste söyleşide söylediklerinden ötürü yüklenmeye başladılar.
- Ne biçim Marksistsin sen... Bu Özal devletçilikten kopartıyor ülkeyi. Ekonomide merkezin kontrolünü devre dışı bırakıp, faizleri de kurları da piyasanın arz ve talebine bağlıyor...
Böyle şeyler söyleyip, ekonomisti sola ihanetle suçlamaya başladılar.
Biraz önce o ekonomiste gerçekçiliğinden ve medeni cesaretinden ötürü övgüler yağdıran ressam bu suçlamaları sessizce dinliyordu. Sonra o da konuştu ve ekonomiste dönüp, "Kardeşim çok ayıp ettin. Bir solcu nasıl 24 Ocak Kararları'nı över? Sen bize ihanet ettin" dedi.
Bu ressam kendi cemaatinin dışına düşmeyi göze alamamıştı.
Daha önce 1971'in 12 Mart askeri müdahalesine dayanan günlerde sol adına mangalda kül bırakmayan ve kurulu düzeni radikal yazılarla eleştiren bir gazetenin yazar-yöneticisi ile, müdahale sonrasında buluşmuştuk. Nadir Nadi'nin susturulduğu, İlhan Selçuk'un hapse atıldığı, Cumhuriyet'in yönetimini değiştirdiği dönemdi. Ben de işten çıkartılmıştım.
12 Mart öncesi sola oynayan o meslektaş bana öğütler veriyor ve "Bu solcularla ülkenin başı sadece belaya girer" falan diyordu. O da resmi söylemle ve gazetenin sermayesi ile ters düşmeyi göze alamamıştı neticede.
Bu iki anımı siz sayın okurlarıma yansıtmaktaki amacım şu.
"Şark" denilen siyasi coğrafyada, insanların en ürktükleri şey "Tek başına" kalmaktır. Şarkta bireyler, dini ya da siyasi cemaatlerin içinde bulundukları zaman kendilerini güvende hissederler. Veya devletle çoğunluk aynı söylemde buluştuğu zaman, bu çizginin dışına düşmekten kaçınırlar.
Oysa gelişmenin anahtarı, özgür, özerk, bağımsız, bağlantısız düşüncenin varlığıdır. Ezberler, klişeler, sloganlar, devletin veya çoğunluğun ya da içinde bulunulan dar çevrenin bir ağızdan ve yüksek sesle söylemesi ile, "Gerçekler"in yerine geçmez.
Ama tek başına kalmayı göze almak da kolay değildir. En azından, "Yanlış anlaşılmak" tehlikesi vardır bu durumda. Örneğin bu günlerde siz sivilliği veya demokrasiyi savunuyorsanız, birileri mutlaka çıkıp "Vay efendim, iktidara yalakalık mı ediyorsun" derler.
Bunun tersini de görmedik mi 28 Şubat sürecinde? O dönemde sivilliği ve demokrasiyi savunanlara "Vay efendim, sen muhalefete yalakalık mı ediyorsun" denilmez miydi?
Ben Türk toplumunun döneme ve içinde bulunulan cemaate göre ısıtılıp ısıtılıp sofraya sürülen temcit pilavı yemekten artık bıkkınlık getirdiğini düşünenlerdenim. Avrupa Birliği'ne tam uyum ile "Şarklılık" olgusunun da kırılacağını ümit ediyorum. Kendini Batılı sanan ama "Şarklılık"ın bütün gereklerini yerine getiren her çeşit ezbercinin, AB sürecinde temeli özgür ve özerk düşünce olan "Çağdaş Uygarlık" ile kaynaşacaklarını sanıyorum.