Her gelişmenin bir "Kriz Konusu" na dönüşmesi, Türkiye'deki siyasi yaşamın tedavisi mümkün olmayan hastalığıdır. Buna çare bulunmadığı takdirde, ülkemizin gelişmiş dünyayla her alanda rekabet edecek düzeye ulaşması kolay olmayacaktır. Bütün ülkelerin problemleri var. Dünyanın tek süper gücü ABD, Irak'tan nasıl çıkacağını bilemez durumda. Fransa sanki 1968'e geri dönülmüş gibi, işçiöğrenci gösterileriyle bunalıyor.
Ama biliyoruz ki gelişmiş ülkelerin siyasetçileri problemli konular ülke istikrarını sarsar hale gelince çözüm üretiyor ve o ülkedeki düşünce odaklarının da desteğiyle uzlaşmalar yaratılıyor. Bir sosyo-politik problem bu şekilde kronik kriz konusu haline gelmeden çözümleniyor.
Bu açıdan Türkiye, gelişmiş Batı'dan çok, problemli Ortadoğu'ya daha yakın bir görünümde. Düşünün ki, 1990 sonrasında Sovyetler çöküp dağıldıktan sonra, yarım yüzyıldır katı komünist rejimler içinde yönetilen Doğu Avrupa ülkeleri, anayasalarını, siyasi yapılarını yenileyip, demokrasiye ve serbest pazar ekonomisine geçtiler. Bunların çoğu şimdi hem AB'nin, hem de NATO'nun üyesi.
Türkiye 1949'dan beri Avrupa Konseyi'nin kurucu üyesi, 1952'den beri NATO'nun üyesi ve 1963'ten beri de AB'nin adayı olmasına karşın, hâlâ Batı kurumlarına ve müttefiklerine karşı mahcup bir çekingenlik içinde bakıyor. Hâlâ laiklik konusu da, askersivil ilişkileri de, globalleşmenin yansımaları da, eğitim sistemi de ak ve kara zıtlığı içinde kavgalara neden oluyor.
Demokrasinin özünü oluşturan "Uzlaşma Kültürü" hâlâ teslimiyet, ihanet, taviz gibi kavramların içinde ele alınıyor.
Bir kesim kendileri gibi olmayanların değişmesini beklerken, bu değişimin kendileri için de kaçınılmaz olduğunu kabullenemiyor.
Saplantılar "İlke", klişeler "Prensip" şeklinde algılanıyor. Demokrasi ancak "Bilinçsiz halk" ın, yani kendileri gibi düşünmeyenlerin devre dışı bırakılması halinde kabul edilebilir bulunuyor.
1980 askeri müdahalesinin yaptığı anayasanın o model için üretilmiş kurumları, o müdahalenin yasaklayıp hapse attığı siyasetçiler tarafından kutsanıyor. Sivil siyaset, bir kesim tarafından, "Rejimin tehdidi" biçiminde sunulduğu zaman, buna medya da destek veriyor.
Bilemiyorum. Sürekli kriz beklentisi içinde yaşamak alışkanlığı, toplumsal bir sadomazoşizmden mi kaynaklanmakta? Gerçekten çözümsüzlük ve uzlaşmasızlık, bizim için tek çözüm ve yegâne uzlaşma mı? Hayatımız hep resmi metinlerin şifresini çözerek mi geçecek?