Bir yandan "Biz bize benzeriz" diye söyler dururuz. Bir yandan da sürekli kendimize model ararız. Aslında her ülke hem kendisine, hem de dünyaya benzer. Globalleşmenin etkisiyle, bu dünyaya benzemek olgusu daha şiddetlenmiş durumda. Bir fütüristin de söylediği gibi neticede "Dünyadaki her evde Japon yapımı bir televizyon monitörü ve bu monitörün ekranında Amerikan yapımı bir film bulunması" galiba kaçınılmaz bir kader. Burada temel tercihler, "Amerikan dizilerini alt yazıyla mı, yoksa yerel dildeki dublajla mı izleyelim" üzerinde gelişiyor.
Yıllar önce Güney Kore'yi ziyaret ettiğimde kamu televizyonunu yöneten yetkili, bana şöyle övünmüştü:
- Amerikan dizilerini o kadar güzel Koreceleştiriyoruz ki, herkes bunların orijinallerinden daha iyi olduklarını söylüyor.
Bu övünme tarzı da global bir davranış.
Mesela bizde de Rostand'ın "Cyrano de Bergerac" ının Sabri Esat Siyavuşgil tarafından yapılan Türkçe çevirisinin, Fransızca orijinalinden daha iyi olduğuna inananlar yok mudur? Siyaset ve düşünce hayatımızda da dünyadan ve özellikle Batı'dan hem kavramları, hem de kurumları alıp, Türkçe'ye çevirdik. Örneğin bizim sosyopolitik yaşamımızda da kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, laiklik, parlamenter sistem, sosyal demokratlar, liberal demokratlar, muhafazakar demokratlar var.
Ancak bu kavramları ve kurumları genel olarak Fransızca bilenler Türkiye'ye getirdiği için, bunlar daha doktriner ve daha katı ideolojik çerçeveler içinde yaşamımıza aktarılmışlar. Örneğin Tanzimat aydınları, Şinasi'ler, Namık Kemal'ler "Fransızca yerine İngilizce öğrenselerdi Türk siyasal yaşamı daha yumuşak geçerdi" diye düşünenlerin sayısı az değildir. Her alandaki "Kökten Devletçilik" in kaynağının Fransız düşüncesi olduğuna da yaygın biçimde inanılır. Ve galiba bu inanç da çok yanlış değildir.
Bugün siyaset ve düşünce hayatımızda, sosyal demokrasiyi de, liberal demokrasiyi de, birer doktriner ideolojik akım olarak görüp, sunanlar yok mu? Veya özü "İktidar Kavgası" olan gelişmeleri, ideolojik kutuplaşmaların yansıması biçiminde algılayanların sayısı az mı? Geçen haftalar içinde Zaman gazetesinde, Atilla Yayla ile Etyen Mahçupyan arasındaki sütunlar arası tartışmada "Liberal/Demokrat" polemiğine tanık olduk... Bu polemiği benim gibi şaşkınlıkla izlediğini sandığım Herkül Millas, dün şu gözlemini seslendirmişti:
- Zamanla (Yaşlandıkça) daha ' pragmatist' mi oldum, bilemeyeceğim; ama özle, söylenenlerin berisinde yatan niyetle, uzak gelecekteki amaçlarla, yüreğimizin gizli derinliklerinde yatan dürtülerle daha az ilgilenmeye, yapılanlara ve davranışlara daha fazla ilgi duymaya başladım. Sonunda, hangi noktadan başlıyor olsa da, kişinin önümüzdeki somut bir soruna ne tür (kısa süreli de olsa) çözüm önerdiğine merakım arttı... İnsanlara yaklaşırken, öngöremediğim bir yarında ne rol üstlendiğine değil, bugün yaşanan bir sorun karşısında ne yaptığına bakmak geliyor içimden. Türkiye' nin günlük bunca siyasal ve toplumsal sorunları karşısında ne yapıyor?
Millas bu konuda Yunanistan'dan iki politikacıyı örnek vermişti. Yunanistan siyaset dünyasının en tanınmış liberali Stefanos Manos ile ideolojik yelpazenin öteki ucundaki solcu Nikos Bistis, siyaset pratiğinde mesela Türkiye konusunda (Ege, Kıbrıs) toplumsal tepkiler de doğuran cesur ve uzlaşmacı öneriler hazırlamışlar. Liberallerle solcuların hiç anlaşamayacağı sanılan konularda bile ortak projeler ve öneriler üretmişler: Sosyal sigorta açığının kapatılması için kemer sıkma politikaları gibi. Devletkilise ilişkileri, Makedonya sorunu gibi konularda da anlaşmışlar..
Millas'ın bu örnek üzerindeki gözlemi şöyle:
- Bu işbirliğini geliştirirken önerilerinin arkasında yatan teorik çerçeveye de pek değinmediler. Somut önerilerle geldiler, somut pratikler geliştirdiler. Dolayısıyla anlaşmamak için bir pürüz bulmadılar. Bugün de kendime yakın gördüğüm Etyen Mahçupyan ile Atilla Yayla' nın kendi aralarında anlaşamamalarını ve ortak yanlarını araştırmamalarını içime sindiremiyorum. Oysa insan haklarından toplumsal ilişkilere o kadar ortak somut önerileri var ki! Hele ortak o kadar çok hasımları var ki! Diyalogdan, hoşgörüden ve uzlaşmadan yana kimseler bunu günlük pratiklerinde yaşamazsa nasıl inandırıcı olabilirler?