Cuma akşamı Barlas kabilesinin bir bölümü olarak, "Mabeyin" de toplandık. Bir yandan yuvalama, şiveydiz, oruk kebabı, çiğ köfte, içli köfte gibi Antep mutfağının lezzetlerini yedik... Bir yandan da eski güzel günleri yad ettik.
Gaziantep'i bilmeseniz de, mutfağını bilirsiniz.
Bir de herhalde Anteplilerin nezaketini duymuşsunuzdur. Mesela kaşıkla yenilen, hafif sulu, ekşisi yerinde bir "Gavurdağı Salatası" vardır bizim mutfaktaki iştah açıcılar arasında.
Yıllar önce Bir Antepli delikanlı kente Amerikalı bir gelin getirmiş. Bu yeni evli çift yemeğe davet edilmişler. Sofraya Gavurdağı salatası da gelmiş. Çat pat Türkçe konuşan Amerikalı gelin, "Bu salatanın adı ne" diye sormuş. Ev sahibi de ezilip büzülerek "Ecnebidağı Salatası" diye cevap vermiş.
Gaziantep'e gelin giden ama Antepli olmayan kadınların başına hep böyle şeyler gelir.
Böyle bir İzmirli kız Antep'e gelin gittiğinde, ilk kez tattığı "Alinazik"e bayılmış. Ama yemeğin adını da unutmuş. Aradan bir süre geçip, canı yine alinazik isteyince, yemeğin adını çağrışımlarla bulmaya çalışmış. "Başında bir erkek adı, sonunda da o erkeğin inceliğini vurgulayan bir kelime vardı" diye düşünmüş. Kaynanasına gitmiş,
- Bana Osman Kibar yapar mısınız, demiş.
Şimdi rahmetli olmuş yaşlı bir akrabanın nezaketini de anlattılar o gece. O akraba hastalanıp, hastaneye yatmış. Ailenin büyükleri de ziyaretine gitmişler. O sırada hemşire hastanın ilaçlarını getirmiş. Ama hasta "Önce misafirler buyursun" diye katiyen ilaçları içmemiş.
Bir başka çok yaşlı akraba da yatağında oturmuş, sürekli gülümsüyor, hiç konuşmuyormuş. Yeğenleri yatağın yanına oturmuşlar. Biri "Dayı, ben kimim biliyor musun" demiş. Adamcağız o yeğenine uzun uzun bakmış, gülümseyerek cevap vermiş:
- A kızım, sen kendinin kim olduğunu bilmezsen, ben nasıl bilebilirim ki?
Esmer tenli, kapkara saçlı bir hanım akraba fakülteyi bitirip, Gaziantep'te eczanesini açmış. İlk müşterilerinden olan bir genç kadın eczaneye girmiş, "Bana kız suyu verir misiniz" demiş. Bizim yeni eczacı şaşkın, "Kız suyu nedir" diye sormuş. Müşteri anlatmış:
- Hani ilaçlı bir su vardır. Saçına sürünce sarışın, derine sürünce beyaz tenli oluyorsun...
Esmer tenli, kara saçlı eczacı bu açıklamayı duyunca müşterisini terslemiş:
- Kızım böyle bir ilaç olsaydı ben böyle mi olurdum, demiş.
Bu eczacı evlenip, çocukları olunca onların okulunda okulaile birliğinde aktif olarak çalışmaya başlamış. Bir gün okulun müdürü onun eczaneye uğramış,
- İstanbul'a gideceğinizi duyduk. Bizim biyoloji laboratuarında insan vücudunu ve organları gösteren manken yok. Cumhuriyet Okulu'nda var. İstanbul'da araştırıp bunların fiyatlarını öğrenir misiniz, diye rica etmiş.
Eczacı da Cumhuriyet Okulu'na gidip, o mankenin ne olduğunu görmek istemiş. Müdür, ona laboratuarda mankeni göstermiş. Mankenin alçıdan yapılmış kalbini, böbreklerini çıkartıp, iç organları yakından inceleyebiliyormuşsunuz.
Eczacı akşamüstü otobüsle evine giderken, yolcular arasında Cumhuriyet Okulunun müdürünü görmüş. Yanına gitmiş, "Müdür bey, bu mankenlerin bel altındaki organları da çıkartıp elinize alabiliyor musunuz" diye sormuş. Adam şaşkın şaşkın ona bakınca, bizim eczacı fark etmiş ki, sabah görüştüğü müdürün elbisesi griyken, bu adamınki lacivert. Meğer okul müdürü diye dalgınlıkla banka müdürüne bel altı organlar hakkında sorular sormuş otobüste.
Bir yandan böyle olmuş hikayeleri anlatıp güldük, bir yandan da "Şiveydiz beyaz pilavla mı, yoksa bulgur pilavı ile mi yenmeli" benzeri doktrin tartışmaları yaptık aramızda. Hiç "Hangi televizyon dizisini izliyorsun" diye birbirine soran olmadı. Hatırladık ki televizyondan önce de biz çok eğleniyorduk aramızda...