Hoş hatıralar nahoş gerçeklerin üzerini örtüp yaygın bir ezbere dönüşmeyegörsün...
Bir daha geri dönüp gerçekle yüzleşmeyi kimse sevmez.
Şimdi yazıya böyle girdim diye insanın psikolojik dünyasından söz edeceğimi sanmayın. Yakın tarihe dair bir kültürel meseleyi açacağım.
Geçen gün eş dost oturmuş Doğu klasiklerine yabancılığımız üzerine laflıyorduk.
Söz döndü dolaştı Hasan Ali Yücel'in Maarif Vekilliği dönemindeki resmi yayın faaliyetlerine geldi.
Hemen hepimiz dönemin CHP'sine şiddetle muhaliftik ama o meşhur "Garp ve Şark Klasikleri"ni tercüme hamlesini saygıyla yad ettik.
"Keşke Milli Eğitim o dönemde çevrilen Doğu ve İslam klasiklerine gereken ilgiyi gösterseydi" diye hayıflananımız bile oldu.
***
Tercüme dizisinin adı "
Garp ve Şark Klasikleri"ydi. Kabul edelim ki, çok parlak bir başlık.
Fakat gerçek öyle miydi?
Anlatayım...
Hasan Ali Yücel bakanlığa geldikten hemen sonra ilk iş olarak Neşriyat Kongresi düzenledi. O kongrede toplam
183 temel eserin Türkçe'ye çevrilmesine karar verildi. Bunlardan
sadece 7'si Şark ve İslam klasiğiydi.
İlk üç yılda yayımlanan
109 eserden mesela 39'u klasik Yunanca'dan, 38'i Fransızca'dan çevrilmiştir ve
sadece 5'i Arapça veya Farsça gibi dillerdendir.
Aslına bakarsanız, bu tabloda bir tuhaflık yok.
Çünkü çeviri seferberliğinin asıl amacını
Samet Ağaoğlu'nun o zamanlar İkdam'da çıkan şu sözlerinden anlayabiliriz: "
Bir tek medeni millet yoktur ki, Yunan ve Latin edebiyatının şaheserlerini tercüme ettirmemiş olsunlar."
***
Okullar ne yapabilirdi?
Şark'a dair yelpaze daha baştan dar tutulmuştu.
Çünkü iktidar daha fazlasını istemiyordu.
Fakat Milli Eğitim
Homeros kadar Mevlana'ya da; Cicero kadar Sadi'ye de önem verseydi, fena mı olurdu?
Bu soru iki bölümde cevaplanabilir.
Birincisi...
Toplumuna "
yabancılaşmış" ve otoriter bir müfredat en "
Batılaşmacı" öğrencilere bile cazip gelmez. Nitekim öyle oldu ve kuşaklar boyunca kimse
Seneca'yı, Pascal'ı, hele Homeros'u bir tarafına takmadı.
İkincisi...
Bu yayın faaliyetinin arkasında bir
ideoloji vardı. Amaç bizzat
Yücel'in deyimiyle "
bütün insanlığı kucaklayan hümanizma"yı bu ülkeye aktarmaktı. Yani Mevlana, Yunus ve Sadi çevirileri de bu ideolojinin bir parçası kılınmıştı.
Sonuçta ne oldu?
Batı'nınki de dahil hiçbir kültüre dair sağlam bir birikim oluşamadı!
Ve bütün bunlardan geriye...
Günümüz popüler kültürünün "
insan sevgisi" diye pazarladığı ve "
bana dokunmayan yılan bin yaşasın" anlamında kullanılan "
ben çok hümanistim" yavelikleri kaldı.