"Kültürel Atatürkçülük" diye bir sosyolojik olgunun doğuşundan söz edenler var.
Ama iddia ediyorlar ki, Atatürk'ün kültürel mirası otoriter- bürokratik dilden kurtulmuş ve giderek popüler bir sevgi ve ilgi kaynağı haline gelmiştir.
Güzel de, benim dikkatimi çeken nokta şu...
"Kültürel Atatürkçülük" denen şeyin azıcık da kültürlü olması gerekmez mi?
Yani o dönem hakkındaki bilgi ve hassasiyetlerimizin resmi kırmızı çizgilerin dışına çıkması doğru olmaz mı?
***
Oysa "
kültürel Atatürkçüler" buna hiç niyetli görünmüyorlar!
Ne Şapka Kanunu'na muhalefetten idam edilenlerle, ne Alfabe Devrimi'nin yıkıp geçtiği koca bir kültürle, ne 1934 Trakya olaylarıyla, ne Dersim'de mağaralarda gazlanan kadınlar ve çocuklarla yüzleşmek işlerine geliyor!
Bunların hepsi yok hükmünde onlar için!
Nâzım Hikmet'in Adnan Menderes şiirini okumaya bayılıyorlar ama
Nâzım'ın 1924'te on beş yıl, 1938'de 28 yıl hapis cezasına çarptırıldığını öğrenmek ve düşünmek bile istemiyorlar.
Oysa bunu yapsalar...
Hem onlar, hem de ülke için
yeni bir sosyal-siyasal ufuk açılacak.
Hayat tarzlarımızı savunacağımız hat derme çatma Cumhuriyet balolarından ve "
zeybek mi, vals mi" ikileminden daha sağlam bir zeminin üzerine çekilecek.
***
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım... Hayat tarzımızı sonuna kadar savunmalıyız.
Bu bizim hakkımız, hukukumuz, özgürlük duygumuzdur.
Hatta birçokları için dünyadaki tek kaygı da bu olabilir.
Öyle ya, ne varoluşu sorgulayacaktır, ne dünyanın anlamını, bütün istediği, bildiği ve zevk aldığı gibi yaşamaktır. Başkalarının özgürlüğüne saldırmadığı sürece onun da en doğal hakkıdır.
Ama asıl önemli olan nedir, biliyor musunuz?
Önce hayatı savunmuyorsak, herkesin hayatını...
Yani kendimizin ve benzerlerimizin hayatından ötesi senin için bizim için bir değer ifade etmiyorsa...
"
Hayat tarzı"nı savunmak
yalan oluyor!