Milletçe markaları seviyoruz.
Tamam, diyelim global kapitalizmin emri bu, kaptırmış gidiyoruz!
Ancak garip olan şu ki, biz "marka" lafını da seviyor, sanki bundan büyüleniyoruz.
O yüzden yerli yersiz "marka olmak"tan, marka hayalleri kurmaktan söz ediyoruz.
Sokaktaki insan markanın ne anlama geldiğini az çok biliyor; çünkü kâğıt mendili, kahveyi, kolayı hep bir markayla anıp adlandırıyor.
Fakat gelin görün ki, marka nedir, asıl bilmesi gerekenlerin bundan haberi yok!
Son örnek Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün'ün yerli otomobil teşviki ile ilgili açıklamaları...
Bana sorarsanız, çok geç kaldık ya, yine de (ve mutlaka fark yaratacak bir teknolojiyle) yerli otomobil üretimine başlamalıyız.
Ancak bu işe Bakan Ergün gibi "Doğan, Şahin, Anadol markaydı, hâlâ da onları marka yapabiliriz" mantığıyla yaklaşacaksak...
Hiç başlamayalım, daha iyi!
Birincisi, artık uluslararası değer sahibi olmayan hiçbir ürün markalaşamaz!
İkincisi, bir şeyin ticari değere sahip olup alınıp satılması marka olması anlamına gelmez.
Üçüncüsü, rekabetin zorlu koşullarını hiç tanımamış Doğan, Şahin, Anadol hiçbir zaman marka olmadılar. Olamazlardı. Yol açtıkları duygusal bağımlılık, mecburiyetimizi oyunlaştırıp sevimli kılma çabamızdandı!