Tam ayrılırken tanımaya başlarız ya birbirimizi...
Birlikteyken birbirimizi sevmiş, üzmüş, sevindirmiş, canını acıtmışızdır ama ayrılık vakti gelip çattığında, yani herkes "kendine" dönünce, hani manzara tamamlanır; gözden kaçanlar yerini bulur ya...
"Değerini bilmek" dediğimiz güzel haslet de maalesef öyle dramatik bir kadere sahiptir.
Nice şeyin değeri bir kıyametin eşiğinde verilir.
Nice şey yok olmadan az önce fark edilir, el üstünde tutulur, hatta moda olur.
***
1950'li, 60'lı yıllarda
Varlık Yayınları'ndan çıkmış cep kitaplarının desteler halinde
dekorasyon mağazalarında satılacağı; ya da bordo ciltli eski hukuk kitaplarının sehpa üzerinde bir "
arzu nesnesi" işlevi göreceği bundan on yıl önce kimin aklına gelirdi ki!
Şimdi dijital kitap gelip kapımıza dayandı ya, işte bu "
gün batımı"nın kızıl ışığında
kâğıt baskı kitap gözümüze bambaşka görünmeye başladı.
Sofra kültürü de öyle değil mi?
Hızlı yaşam hepimizi teslim aldı. Çekirdek aile bile hücrelerine bölündü. Geleneklerine sıkı sıkıya bağlı ailelerde bile
birlikte oturulan sofralar yok olmaya yüz tuttu.
Şimdi bakıyorum...
Belgeseller, yemek programları, filmler bize
aile sofralarının eşsiz muhabbetini anlatmaya çalışıyor.
Ama nafile!
Çünkü"
nadir olan yok gibidir!"
Yani bütün bu güzellemeler aslında
ağıttır.
***
Ekonomi politik ve hatta güncel siyaset için de durum aynı!
Geçen yüzyılda sosyal demokrasi, sosyalizm, proleter demokrasi, yani solun her türü iktidardayken; kültürel alanlarda
sol söylem durmadan pohpohlanırken...
Solu mümkün kılan maddi temeller birer birer aşınıyordu.
O devasa yumruklu emekçinin çoktan ortalıktan kaybolduğu; iş düzeninin temelden değiştiği ancak Sovyetler yıkıldıktan sonra kafalara dank etti.
Sonra
liberallerin çağı geldi.
Devlet ve şirket ittifaklarının siyaseti kalın zincirlerle prangaladığı;
kitlelerin borçlandırılıp köleleştirildiği bir dünyada "
bireysel serbestiyete" inanmamızı istediler. Olmayacak şeydi!
Şimdi de
muhafazakârlığı konuşuyoruz.
Muhafaza edilmeye değer şeylerin hayatımızdan hızla çekilip gittiği bir sırada muhafazakâr olmak, nasıl bir şeyse, öyle!
Öfkenin saklayamadığı bir
hüzünle yani.
Çünkü şu yaşadığımız tarih dilimi içinde biliyoruz ki,
ne çok ahlaki ölçü, ne çok geleneksel değer, ne çok insani kıstas doğru düzgün hakkını bile veremeden parmaklarımızın arasından kaydı gitti. Geriye
kupkuru siyaset kaldı.
***
Bu yazı parlak bir formülle bitecek sanıyorsunuz, yanılıyorsunuz. Hayır!
Ama şunu biliyorum...
O kitapları dekorasyon malzemesi olmadan önce okuyacaktık!
O sofraları hiç kaldırmayacak; yemekleri pişiren elleri, eve giren helal rızkı
öpüp başımıza koyacaktık!