İşte nihayet kar!..
En iyisi gazete yazımı evde yazmak! Köprü trafiğine çıkmanın âlemi yok şimdi!
Çayımı hazırlayıp cam kenarına yerleşiyorum.
Penceremin önündeki sıska söğüt ağacının dalları sert kuzey rüzgârıyla bir o yana bir bu yana sallanıyor.
Zihnimden şiirler gelip geçiyor.
Nâzım Hikmet miydi; "Lambayı yakma, bırak/ Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların/ dilsiz olduklarını anlıyorum/ Kar yağıyor/ ve ben hatırlıyorum" diye yazan?
Ama ne gariptir!
Nâzım'ın tam tersine, Ahmet Muhip Dıranas karda "unutuş"u bulur.
Kar hep yağsın ister, yağsın ki unutalım, uyanmayalım bu uykudan! "Beyaz dokusunda bu saf rüyanın/ Göğe uzanır- tek, tenha- bir kamış/ Sırf unutmak için, unutmak için ey kış/Büyük yalnızlığını dünyanın."
***
Çayımdan bir yudum alıyorum. Bir yudum daha...
Earl Grey'lerde bergamot tadı ve kokusunun giderek azalmasına kim bilir kaçıncı kez içimden bozuk çalıyorum.
Yazmaya başlasam mı?
Yok, biraz daha durayım.
Sehpanın üstünde
Javier Marais'nin
"Duygusal Adam" adlı romanı var. İyi yazardan kötü roman. Son satırını okuduktan sonra sehpanın üzerinde bırakıvermişim. Kaç gündür orada duruyor.
Alıp tekrar satırlarını karıştırmaya başlıyorum.
***
Yeşil kalemle altını çizdiğim satırlarda ürpererek duraksıyorum.
Neden mi?
Hani hepimiz sevdiğimize şöyle deriz ya...
"Bu hayatı seninle yaşamak istiyorum. Yanımda ol."
Ya da bir aşkın veya ilişkinin bitişini şu duyguyla tanımlarız:
"Artık onunla yaşamak, hayatı onunla paylaşmak istemiyorum."
Oysa
Marais'nin kahramanı başka bir yerden;
"son"dan bakarak anlatıyor: "Bir aptal gibi ölmek istemiyorum.
Asıl özen göstermemiz gereken şey ölümümüzdür. Sen benim yaşamımın anlamı oldun.
Öldüğümde yanımda senden başkası olsun istemiyorum."
***
Karar verdim.
Hele şu yazıyı bitireyim. Birazdan panjurları indireceğim.
Kaçacağım...
Soğuktan, işten, güçten, gündemden kaçacağım.
Kitaplara...
Hikâyelere...
İçime...
Karın o göz kamaştıran ışığı sadece gözlerimi değil, zihnimi de incitiyor.