'Benim köyüm Halep'e yakın. Bu savaştan önce de sıkıntılar yaşadık. Şebbihalar, haksız tutuklamalar, fakirlik vs. Köyümüzde bir cami var. Halıları Sultan Abdülhamid tarafından gönderilmiş. Hala o halılar üzerinde namaz kılınıyor. Caminin bir duvarında Osmanlıca Sultan Hamid'i metheden bir şiir, üzerinde de tuğra var. Küçükken babaannemle caminin önünden geçerken tuğraya bakıp iç geçirir, kimi zaman gözyaşı dökerdi. Ardından da başımızdaki idarecilere olan öfkesini dile getirirdi. Büyüdükçe anladım ki köyde yaşayan herkes Sultan Hamid'e karşı büyük bir hasret, başımızdakilere ise öfke içerisindeydiler.'
( Bu sözler Londra'da tanışıp ahbaplık ettiğim Suriyeli bir akademisyene ait.)
1918 senesinde Birinci Cihan Harbi nihayete erdi ve Ortadoğu'nun bitmeyen savaşı başladı. Sanayi ihtilaline müteakip koskoca dünyayı paylaşamayacak kadar gözlerini hırs bürüyen Batılı devletler arzularına ve menfaatlerine uygun olarak bir Ortadoğu inşa etmeye kalktılar. Ancak bu o kadar kötü bir inşaattı ki bölgeden barışı kalıcı olarak sildi. Yavuz Sultan Selim Han'dan Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar bilfiil Ortadoğu'nun hâkimiyetini elinde bulunduran Osmanlı gerek kılıçla gerekse tatlı dille işleri bir şekilde yoluna koymuştu. Ancak Avrupa'nın ceberutluğu ve bencilliği Ortadoğu insanının hem Avrupa'ya hem de birbirine düşman olmasına sebebiyet verdi. İşgal ve sömürgecilik döneminin ardından hayati uzuvları kesilmiş, üzerine inşa olunduğu geleneğinden kopmuş, suni hudutlarla tabiri caizse muhasara altına alınmış ve tarih boyunca hiç var olmamış olan isimlerle tarif ve tavsif edilmeye mahkûm olmuş bir Ortadoğu ortaya çıktı. Ki bu sebeple David Fromkin modern (yeni) Ortadoğu'nun ortaya çıkışını anlattığı o yerinde tespitlerle dolu eserine 'A peace to end all peace' yani 'Barışa son veren barış' ismini verdi.
Birinci Cihan Harbi'nin ardından Ortadoğu siyasetini uluslararası aktörlerden başka domine edebilecek güce ve teçhizata sahip dört ülkeden bahsedilebilir; Türkiye, İran, Mısır ve Suudi Arabistan.
Türkiye savaşın ardından tüm topraklarını kaybederek tarihten silinme tehlikesiyle karşılaşırken dönemin koşulları, İstiklal Harbi ve inayet-i ilahi ile Edirne ve Kars arasına sıkışmış olsa da topraklarını muhafaza edebildi. Ardından yapılan inkılâplarla ise Türkiye'nin adeta elleri, kolları kesildi. Bin senedir topraklarında var olan İslam'ın ve İslam'ı günlük hayata taşıyan müesseselerin haricinde asırlar içerisinde inşa ettiği tüm variyeti birkaç sene içerisinde yok edilmek istendi. Ancak aralarında Şerif Mardin'in de bulunduğu birçok tarihçi ve sosyologun da tespit ettiği gibi tahrip ve yok edilenler bir başkasıyla ikame edilemedi. Bu sebeple devamlı devlet ve toplumun 'nasıl' olması gerektiğine dair suallerin sorulduğu, farklı siyasi grupların farklı devlet ve toplum tahayyüllerini ortalık yerde çarpıştırdığı ve toplumda sayısı azımsanmayacak bir kesim tarafından gayr-i meşru görülen bir devlet ortaya çıktı.
İran İngiliz işgalinden son anda kurtularak yüzünü tamamıyla Batı'ya döndüren Şahlık rejimi ile idare edilmeye başlandı. Şahlık rejimi İran'ın bir kısmı tarafından tasvip edilmezken Şah'ı devirerek sazı eline alan Mollaların da durumu pek farklı olmadı. Nasıl ki Şah rejimi halkın dine ve geleneğe teveccühü olan kesimine hitap etmediyse, Mollalar da halkın daha itidalli bir dış politika, dini konularda daha esnek bir yaşantı isteyen kesimine hitap edemedi.
Suudi Arabistan'ı İngilizlerin yardımıyla Osmanlı'ya ihanet ederek kuran Suudi ailesi ise hem bu ihanetin farkında olan vatandaşları tarafından hem de Vehhabilik hezeyanlarına itiraz edenler tarafından hiçbir zaman meşru görülmedi. Ülkenin güneyinde yaşayan ve tahminlere göre nüfusun yüzde 30'unu oluşturan Şiiler ise kraliyet ailesini hiç kendi idarecileri olarak benimsemedi.
Mısır ise uzun yıllar süren mücadelesinin ardından İngiliz işgalinden kurtuldu ancak sinesinde onulmaz yaralar açıldı. Ne Hidiv ne de uzun yıllar iktidarda kalan Vefd Partisi Mısır'da halkın tümünü kucaklayarak meşruiyet sağlayamadı. Nasır'ın darbeyle Kral Faruk'u devirmesinin ardından başlayan 'sosyalizm' soslu idare ise yine Mısır halkı tarafından kabul görmediği gibi İsrail ile girişilen mücadelelerden hüsran ile çıkılması Mısır'ın iyice belini büktü. Toparlanması neredeyse imkânsız olan ekonomik zafiyetler hâsıl oldu. Halkın beli büküldükçe gittikçe otoriterliğini artıran rejimin temsilcisi Mübarek 2011'de yıkıldı. Ancak ne demokratik yollarla seçilen Mursi ne de yeni bir darbeyle ipleri eline alan Sisi tüm Mısırlılar tarafından meşru olarak görülmedi.
Ortadoğu'da diğer ortaya çıkan devletlerin ise hali bu dört ülkeden daha vahimdi. Fransızlar ile İngilizler Cihan Harbi'nin ardından anlaşmazlığa düşer gibi olunca bugün Suriye ve Lübnan diye ifade edilen ülkeler Fransızların isteği üzerine kuruldu. Irak, Ürdün ve Filistin ise İngilizlerin arzusuyla kuruldu.
Fransızlar Suriye'de önce bir Alevi devleti kurarken girdikleri yükün altından kalkamayacaklarını anlayınca bugünkü Suriye'yi ortaya çıkardılar. Hakeza Lübnan da benzeri bir şekilde Fransızların arzusu üzerine mezhep fitnesi uyandırıldıktan sonra ortaya çıktı. Oysa tarih boyunca 'Suriyeli, Lübnanlı, Ürdünlü ya da Filistinli' diye bir kimlik tarifi söz konusu olmamıştı. Zira Şam'da yaşayanın Beyrut'ta yaşayandan, Halep'te yaşayanın Mardin'de yaşayandan, Amman'da yaşayanın Batı Şeria'da yaşayandan kültürel veya ırki olarak bir farkı olmadığı gibi dil açısından da farkı yoktu.
Osmanlı'nın bir şekilde bastırdığı ve iyi niyet göstererek farklı grupları birbirine düşürmek için kullanmadığı mezhep ve din farklılıkları Batı tarafından bilhassa kaşındı. Dürzileri İngiltere, Nusayrileri ise Fransa müdafaa ve tahrik etmeye karar verdi. Yine Vehhabileri İngiltere, Ortodoksları ise Rusya sahiplendi. Filistin'e Yahudiler çıkıp geldiklerinde ise düne kadar Avrupa'nın yüzüne bile bakmadığı Yahudilerin Ortadoğu'da çıbanın başı olabilecekleri görülerek el üstünde tutuldular.
Ortadoğu halklarının kendi devletlerine olan bakışlarının yanı sıra diğer devletlere bakışı da düşmanlık ihata etmekteydi. Türkler Araplara, Kürtler Farisilere hatta Filistinliler aralarında hiçbir ayrılık gayrılık olmayan Ürdünlülere düşman oldu. Ne Türkiye için Suriye'nin ne de Suudi Arabistan için İran'ın meşruiyeti vardı. Böylelikle Ortadoğu'da siyaset bilimi ıstılahıyla tam bir 'doğal hal' vücuda geldi.
Başa dönülecek olursa Halepli ahbabımın babaannesinin döktüğü gözyaşları haybeye değildi. Esed rejimine kin duyması da boşa değildi. Aynı şekilde Sultan Hamid'e hasret duyması da manasız değildi. Zira Esed, Nasır, Atatürk, Şah Rıza, İngilizler, Fransızlar, İsrailliler o kadının gözünde bir yere sahip değildi. Oysa Sultan Hamid meşru bir lider olarak sevilmeyi ve dolayısıyla itaat edilmeyi hak ediyordu.
yusuf.inanc@sabah.com.tr
@yusufsinanc