Türk dış politikasının tüm tabularını yıkarak Suriye, Irak, Ermenistan ve İran'la ilişkilerini geliştirme sürecinde olduğu 2008 yılında Türk basını Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nu göklere çıkaran analizler ile doluydu. Bir "hoca" efsanesi dış politika yazan köşe yazarlarının dilinden düşmüyor, onunla "son Türk devlet büyüğü" diye dalga geçen Cengiz Çandar bile bir süre sonra dize gelerek Davutoğlu'nun uzun yıllardır hiç görülmeyen çok iyi bir dışişleri bakanı olduğunu yazıyordu.
Kısacası dış politikadaki değişim ve bununla bağlantılı olarak artan dış ticaret ve kültürel ilişkiler herkeste yeni bir bahar havası oluşturmuştu. Ekonomi iyi gidiyor, Suriye'de savaşın eşiğine geldiğimiz Esed ile ortak federasyon kurmaktan bahsediliyor, İran'la nükleer anlaşmaya aracılık yapılarak barış destekleniyordu. Soğuk Savaş'tan kalma tüm ezberler bozuluyordu.
Kabul etmek gerekir ki tüm bu başarılar herkesin zihninde zaman içerisinde psikolojik bir dönüşüme neden oldu. Bu dönüşüm kolektif bir bilinç de yaratarak başarı algısını farklı bir boyuta taşıdı ve çıtayı oldukça yükseltti. Sonuç olarak günümüzde birkaç yıl öncesini hasretle yâd eden bir dış politika nostaljisi ortaya çıktı. Durum şudur: Türkiye'nin dış politikası 10 yıl öncesine göre değil, 4 yıl öncesine bakılarak "başarılı" ya da "başarısız" olarak değerlendiriliyor. Davutoğlu'nun performansı dış politikayı devraldığı gün öncesine göre değil, kendi içerisinde iki döneme ayrılarak, gizli bir öncesi ve sonrası karşılaştırması ile ele alınıyor. Bana kalırsa sadece bu psikolojik etki bile Türkiye'nin geldiği noktayı göstermesi bakımından oldukça önemli ve kendiliğinden bir başarıdır.
Davutoğlu'nun "sıfır sorun sonrası" ikinci dönemini eleştirenlerin içine düştüğü en büyük hata bu süreci değerlendirirken küresel dengeleri ve bölgesel değişimi yok sayarak analiz yapmaları. Arap Baharı'nın bölgede gerçekleştirdiği hareketlenme bırakın Türkiye gibi bölgesel bir gücü, ABD gibi bölgenin hâkimi olan bir devleti de hazırlıksız yakalamış, Mısır ve Tunus gibi sadık müttefiklerini kaybetmesine neden olmuştur. Bu kayıp Suudi Arabistan ve İsrail'de ABD'nin stratejik gücüne dair bazı şüpheler oluştururken bölgedeki boşluğu doldurmak için Türkiye'nin "model ülke" olarak öne sürülmesine yol açtı. Türkiye tarafından değil, aksine ABD ve İngiltere'de şişirilen, "Mısır'da rock yıldızı gibi karşılanan Erdoğan, Arap sokağının kalbini çalan Türkiye modeli" bir süre sonra Türkiye'nin de üstlendiği bir sorumluluk haline getirildi. Stratejik olarak Batı ittifakıyla hareket eden Türkiye kendisine ihale edilen bu rolü iyi bir şekilde oynadı ve tüm sorumluluklarını da yerine getirdi. Erdoğan Kahire'de laiklik mesajı verirken, "ilham" olarak da İslam ve demokrasinin mecz edildiğine inanılan Türkiye'yi örnek gösterdi. Bu Türkiye'nin de kültürel hegemonyasını artırırken, dış ticaret için de yeni alanlar açıyordu.
Bütün senaryo Mısır'da Müslüman Kardeşlerin iktidara gelerek Körfez ülkelerinde büyük bir rahatsızlık yaratması ve Suriye'de Esed rejiminin değişime direnciyle altüst oldu. Türkiye'nin Esed rejimini yaklaşık 9 ay süren ikna süreci sonuç üretmedi, birkaç ay içerisinde Kıbrıs'taki üsleri kullanarak İngiliz güçleriyle Esed'i devirmeyi planlayan Obama yönetimi bu planlarını hiçbir zaman yerine getirmedi. Obama'nın Suriye'deki kırmızı çizgileri yok sayması ve deyim yerindeyse müttefikleri Türkiye ve Suudi Arabistan'a ihanet etmesine yol açarak öteden beri bölgede istikrar isteyen Türkiye'yi kapısında yeni bir iç savaşla baş başa bıraktı. Mısır'da ise ABD'nin Müslüman Kardeşler ve asker arasında darbeden yana yaptığı seçim Arap Baharı açısından başka bir yenilgiye denk geldi. Dolayısıyla Mısır'da kaybeden sadece Türkiye değil, ABD de oldu. Artık Mısır'da, İran'la nükleer anlaşma nedeniyle ABD'ye kızgın körfez ülkelerinin kapitali geçer akçe konumuna geldi. ABD Suriye'de ise Rusya ve İran'ın etki alanını genişletmesi pahasına kimyasal anlaşma ile ülkedeki El Kaide güçlerinin karşısında Esed'i destekler konuma düştü. İsrail ve ABD'den "Savaşın en iyi sonucu Esed'in kazanmasıdır" açıklamalarının gelmesi tevekkeli değil.
Tüm bu büyük resimde ise Türkiye'deki kalem erbabı tüm sürecin mimarı Türkiye'ymiş gibi Davutoğlu ve ekibini hedef tahtasına oturttu.
Halbuki Arap Baharı ve sonrasında gerçekleşen bu değişimin mimarı Türkiye değildir. Türkiye'nin gücü bu süreci durdurmaya yetmez. Türkiye kendiliğinden bölgede Esed lehine oluşan stratejiyi de değiştirme gücüne kabil değildir. Türkiye'nin "gerçekçi" dış politika uygulaması gerektiğini söyleyen kalemler bu gerçekler ile nedense hiç yüzleşmez.
Türkiye'nin gücünün sınırları bellidir. Bu gücün sınırlarını da bir sonraki yazıda ele alalım.
ragip.soylu@sabah.com.tr
@ragipsoylu