Gardrop devrimi ile muasırlaşılmaya çalışılan bir ülkede kültür dünyamızın bu denli yoz ve taklitçiliğe dayalı, aşağılık kompleksi olan bir durumda olması halen şaşırtıcı mıdır bilmiyorum. Fakat beni -mış gibi yapan "sanat" dünyası ve sanata gösterilen ilgi üzerinden "önemli insan" kılığına giren "tipler" hala fena halde rahatsız ediyor.
Gazetelerdeki moda sayfalarının yazarlarının bir Paris'e gidip, bir Milano'ya, bir de Londra'ya uğrayıp güya çok çok önemli olan moda tasarımcıları ile fotoğraf çektirip gazetelere basmaları kadar kültür ve sanata dair en temel bilgilerden bile yoksun olmaları sizce de ilginç değil midir?
Türkiye'deki hiçbir yerel değere şans tanımayan ve güya evrenselcilik laklaklığı ışığında icat edilmiş pespaye bir kültür sanat hayatımız olmasının ardındaki en büyük neden Cihangir kompleksi olmalı. Haftasonu beyaz yakalıların haftaiçi kazandıkları paraları Avrupai bistro ve barlarda harcamaları netincesinde oluşan Cihangir kültürü eğlence hayatımıza yön verdiği kadar kültür dünyamızı da şekillendiriyor. Avrupa'daki son moda elbiseleri, pantolonları ve ayakkabılarıyla adeta İstanbul'da küçük bir Londra, Paris sosyetesi kurmayı iş edinen bu arkadaşların sanat yerine "art" kelimesine bu denli yakın olmaları bizi rahatsız etmemeli. Söz gelimi İstanbul Modern adı verilen sözde müze ve sergi alanının Londra'daki Tate Modern'den araklanmış bir proje olduğunu gördükten sonra sanat festivalleri için ıkına ıkına ancak "İstanbulart", "Artistanbul" gibi inanılmaz yaratıcı (!) isimler bulan Cihangir erbabını daha iyi anlıyor insan.
Film eleştirileri ancak Avrupa filmlerine yaraşan, tiyatro anlayışı sadece Avrupa'yı kapsayan, dibdibe olduğumuz Ortadoğu sinemasına, ki özellikle Mısır sanat hayatı tahmin ettiğimizden çok daha derinlikli, dilenci muamelesi yapan bu komünden bir orijinallik çıkması çok beklenemez. Tercümeden oluşan bir kopyacılığın hüküm sürdüğü İstanbul yüksek sanat hayatında bunun en derin izlerini Bienal'de görmek mümkündü. Yerellik namına ancak sözde efsaneler ve deyimlerin mercimek çorbasına atılan kekik gibi serpiştirildiği bu etkinlikte hiçbir şey amaçlanmıyordu. Gezi Parkı ruhu ile "zamanın ruhunu yakalama" amacı güden ve bu yüzden oldukça aceleye getirilmiş eserlerin bulunduğu bu etkinlik de kopyacılığın, Batı sanat dünyasına duyulan o müthiş özlem ve imitasyonun birer fotoğrafıydı aslında. Hemen yanı başında yeni yeni filiz vermeye başlayan ve güzel bir soylulaşma örneği olan Karaköy ve Tophane'de de hiçbir şey farklı değil.
Azınlıkların inşa ettiği eski binaları geri kazanmayı amaçlayan ve Cihangir'in adeta bu bölgeye taşınmasına neden olan bu süreçte yine İstanbul'dan ve daha çok orda yaşayanlardan genel olarak nefret eden ahalinin kurtarılmış bölgesi inşa edildi. Osmanlı kültürüne, hayatına, geleneksel sanata tamamen yabancı olan ve bu konulardaki bilgisi minumum da altında olan bu cemaatin yakıştığı yer Londra'nın dış çeperleri olmalı. Öyle ya kendilerini bu şehre ait görmeyenlerin öykündükleri dünyada yerleri merkezde değil, ancak dış kapının dış mandalı seviyesinde olabilir.
Ya muhafazakarlar?
Burada işte başka bir sorun ortaya çıkıyor. Varolan kültür sanat hayatını yeterli bulmayan yeni nesil sosyolojinin bu açıdan yeterince harekete geçtiği de söylenemez. Gezi Parkı olayları sırasında Türkiye'deki reklam, kültür, sanat, eğlence ve sosyal yaşam dünyasının tamamen beyaz yakalı beyaz Türklerin elinde olduğu tekrardan ortaya çıktı.
Henüz kitlelere ulaşan bir yayınevi, tiyatrosu, müzesi, kültür-sanat vakfı olmayan yeni sermayenin ve yeni sosyo-kültürel sınıfların bu alanlarda atması gereken çok adım bulunuyor. Herkes Başbakan Erdoğan'ın "iktidarım ama muktedir değiliz" cümlesini çok iyi hatırlar. Eğer Türkiye'deki muhafazakarlar ellerini çabuk tutup zenginleştikleri ve büyüdükleri oranda kültür ve sanat hayatına gerekli önemi vermez ve teşvik etmezler ise kültürel iktidarın eşit ve adil bir biçimde toplum yapısına uygun bir şekilde dağılması kendi kendine gerçekleşemez.
Unutulmaması gerekir ki uzun süreli iktidarın temeli kültür iktidarında gizlidir. Bir toplumsal hareket meşruiyetini kültür alanında kendini kabul ettirmesi ile kazanır. Devlete sırtını dayayan bürokratik oligarşinin geçen on yıllar içinde bu anlamda attıkları adımlar ve gerek vakıfları, gerek kurumlarıyla olsun bu alan içinde geldikleri nokta yok sayılamaz. Fakat iktidarın en önemli alanlardan biri olarak gördüğü basın-medya düzeninin de son kertede kültür ve sanat hayatından beslendiği, entelektüellerin bu ırmaktan gelen suyu içerek demlendikleri, köşe yazarlarının ve gazetecilerin yine bu şekilde düşünmelerini sağlayan fikirleri buradan edindikleri unutulmamalıdır.