Seçime bir kaç gün kala, batı medyasının Türkiye ilgisi yoğunlaşmış durumda. Bu durumun AK Parti öncesi Türkiye bakımından çok olağan olduğunu elbette söyleyemeyiz. Türkiye'nin en fazla, onlarca ölünün yaşandığı kazalar, depremler ve sair doğal afetler ile gündeme gelebiliyordu. Oysa bugün, Türkiye'de istikrarlı bir hükümetin kurulup kurulamayacak olması, etnik milliyetçi partilerin parlamentoda güç kazanıp kazanmayacağı hususları dahi Batı dünyasını doğrudan ilgilendirmekte. Etnik milliyetçiliğin hâkim olduğu bir parlamento kompozisyonunun parçalayıcı etki yaratacağından kuşku duyuluyor.
Bu doğal. Çünkü Türkiye'de istikrar, batılı yatırımcıları doğrudan ilgilendirmekte… Türkiye'de gerek doğrudan yabancı yatırımcılar bakımından, gerekse enerji yolları üzerinde olmasının ona bir enerji merkezi pozisyonu kazandırmış olması nedeniyle, Türkiye'de istikrarlı bir hükümetin varlığı hayati önem taşıyor. İstikrarın devamı, yatırımlar bakımından bir güvence oluştururken, koalisyon durumunun bir risk yaratacağı ortada.
Kuşkusuz sistemi yerleşmiş ülkeler bakımından bunu söylemek pek mümkün değil. Bu ülkelerde hükümetlerin niteliği önemli olsa da, ülkenin yaşamsal meselesi haline dönüşmüyor. Hayat hükümetin tek parti veya koalisyon olup olmadığından, uzun veya kısa süreli olup olmamasından çok etkilenmiyor. Batılı medyanın bu yoğun ilgisinin nedenlerinden biri Türkiye'de istikrarın sistemden çok parti gücünden kaynaklandığını görüyor olmasıdır. Gerçekten 2002 öncesi ile sonrası arasında kurumsal ve sistemsel olarak çok esaslı bir fark yok. Fark 2002 sonrasında güçlü bir tek parti hükümeti sayesinde yakalanan istikrar. Buna sosyolojik analizlerin sonraki bir kaç seçimde yine AK Partinin galip geleceğini göstermesini ekleyebiliriz. Dolayısıyla istikrarın nedeni sistemsel değil. Sistemsel olmadığından dolayı da bir partinin iktidarda bulunması veya iktidarı kaybetmesi hayatiyet kazanıyor. İktidarın kurumsallaşması imkânı doğmuyor.
Batılı analistlerin bu gerçeği görüyor olmaları çok önemli olmakla birlikte, bu durum onların aynı zamanda hata yapmasına da yol açıyor. Zira bir siyasi parti sayesinde gelen istikrar eğer o siyasi parti ile gidebiliyorsa aslında ortada sistemsel bir istikrardan çok konjonktürel bir istikrardan söz etmek daha doğru olur. Sistemsel istikrardan söz edilemiyorsa, mevcut durumu "rejim" olarak adlandırmak çok doğru olmaz. Örneğin Türkiye'deki rejime "Atatürk rejimi" veya "Cemal Gürsel" yahut "Kenan Evren" rejimi deme imkânı yok. Zira rejim kavramı, sisteme işaret eder. Sistemler ise kişiler veya partiler ile kaim değil, daha çok kurumlar ve hukuki kurallar ile çalışır. Batılı analistler, genelde Türkiye'deki anormalliği tespit ederken gösterdikleri başarı oranında, değişim konusunda başarılı değiller.
Türkiye'de sistem değişimine ve kurumsallaşmaya dönük yoğun bir toplumsal talep var. Siyasi partiler seçime yeni anayasa sözü ile de gittiler. Özellikle AK Parti bu sözü, başkanlık hükümet modeliyle somutlaştırdı. Ana hatlarını seçim beyannamesinde ortaya koydu. Ancak batılı kimi analistlerin yaptıkları değerlendirmelerinde, Türkiye'deki rejimin "Erdoğan rejimi" olarak nitelendirildiğine şahit oluyoruz. Bu nedenle yeni Anayasa ve hükümet modeli konusunda AK Partinin yaptığı çalışmaları ve ortaya koyduğu tezleri, sözüm ona Erdoğan rejimine vurup gerçekçiliğini sorgulamaya çalışıyorlar. Son bir kaç yılın pratiklerinden bir demet sunup, yeni anayasanın imkânsızlığının gerekçesi haline getiriyorlar. Oysa eleştirileri, haklı veya haksızlığı bir kenara, sistemsizliğe dayanmakta iken, bizler yeni bir anayasal düzen, yani yeni bir sistemin kurulması gerektiğinden söz ediyoruz. Kişi veya parti ile sistemin aynı şey olmadığını en iyi bilmesi gereken analistlerin Türkiye söz konusu olduğunda bu gerçeği görmemesi muhtemelen sadece konformizme dayanmıyor...