Ağrı'da seçim çalışmalarının başladığı bir dönemde sahada bulunan askerlere PKK militanlarının ateş açmasıyla başlayan çatışma, çözüm sürecinin akıbeti hakkında kafalarda haklı endişeler uyandırmış durumda. Bu meseleyi iki farklı düzlemde tartışmak gerekir. Birinci düzlem çözüm süreci düzlemi. Çözüm süreci Türkiye'nin 40 yıldır devam eden bir silahlı terör sorunundan kurtulmasıyla, PKK'nın silahı bırakmasının ardından Türkiye'deki demokratikleşme sürecinin hız kazanmasıyla sonuçlanacak bir süreç.
Bu sürecin en önemli unsuru PKK'nın silahları bırakmasıydı. 2013 Nevruz'unda deklare edilen buydu. Ancak 25 kişilik bir silahlı grubun 7-8 saat süren saldırısı dikkate alındığında, bu yönde pek bir adım atılmadığı, aksine çözüm süreci boyunca hükümet ile müzakereler sürdürülürken, diğer yandan silahlı güçler ve cephanelerin Türkiye'de tutulduğu anlaşılıyor. Çözüm süreci, bir örgütün demokrasiyi hedefleyip hedeflemesinden bağımsız olarak devam ettirilmesi gereken bir süreç. Zira ortadan bir sorun var ise, bu sorunun bir şekilde çözümlenmesi gerekir. Bu yüzden çözüm sürecinin her hâlükârda devam etmesi gerekir.
Çatışmanın bağlamında tuhaf bir durum dikkati çekiyor. PKK militanları doğrudan doğruya askerlere saldırmıyor. Seçmenlerin iradesini HDP lehine etkilemek, iradelerini o doğrultuda zorlamak için PKK militanları aktif bir fonksiyon üstleniyor. Silahlı kuvvetler buna müdahale ettiğinde saldırı gerçekleştiriliyor.
Bu saldırı herhalde PKK'nın demokrasiye verdiği önemi göstermiyor. Zira demokrasiye önem vermenin ön şartı, silahlı mücadeleyi bırakmaktır. Birinci şartı ise seçmen iradelerini zorlamak ve sakatlamaktan uzak durmak, onun iradesine saygı göstermektir. Son bir kaç seçimde PKK'nın doğu ve güneydoğu bölgesinde HDP'ye alternatif olabilecek siyasetçileri ve kanaat önderlerini silah zoruyla sindirmeye çalıştığı bilinmekte. Burada demokrasi karşıtı bir tutumdan söz etmek gerekir.
PKK bu antidemokratik tutumuna karşın, ilginç bir şekilde, sandıktan çıkacak sonucu formel olarak önemsiyor. Bu önemseme, Sovyet veya Ortadoğu'daki otoriter sistemlerde seçim sonuçlarının önemsenmesi örneğinden daha farklı bir zemine oturuyor. PKK'nın hedefi, neye mal olursa olsun, HDP'nin barajı aşmasıdır. Bu çok açık…
Bunun da bir kaç sonucu vardır. İlki HDP'nin barajı aştığında AK Partinin tek başına anayasayı yapma imkânı kalmayacak olmasıdır. AK Parti tek başına iktidar şansını kaybettiğinde ise, çözüm sürecinde daha zayıf ve oturmuş olmayan bir siyasi irade ortaya çıkacak, bu da PKK-HDP çizgisinin işini kolaylaştırabilecek. Ayrıca AK Partinin bölgede minimum düzeyde milletvekili çıkarması nedeniyle HDP'nin Kürtlerin tek temsilcisi olduğunu hem ülkede hem de uluslararası arenada belgeleme imkânı elde edilmiş olacak. Bu çok önemli, zira tüm propagandalara rağmen, HDP Kürtlerin çoğunluğunun desteklediği bir parti değil. AK Parti'nin en az HDP kadar Kürt seçmen nezdinde meşruiyeti var. AK Partinin çok önemli pozisyonlarında Kürt kökenli siyasetçiler var. Kabinede, Parlamentoda, velhasıl egemenlik kullanan politik mahiyetteki temel kurumların tamamında Kürtler eşit yurttaşlar olarak egemenliğin paydaşı olabiliyorlar. Bu da PKK-HDP ve bu eksendeki propaganda makinalarının işini zorlaştırıyor.
PKK'nın HDP'ye böyle bir fonksiyon yüklememiş olsa, bu kadar seçim işlerine müdahale etmezdi. Ancak bu da HDP ile PKK arasındaki organik bağa işaret ediyor. Dolayısıyla PKK'nın sandık sonuçlarına yüklediği anlam demokrasiyle ilgili değil. Aksine silahla elde edeceği bir sonucu, silahı perde arkasında tutmak suretiyle elde edebileceğini hesaplıyor. Demokratik bir görüntü altında aynı antidemokratik sonuca ulaşabiliyor.
Bir yandan en radikalinden barış, demokrasi ve özgürlük kavramları gürültülü bir şekilde dillendirilirken, diğer yandan silah bırakılmazsa, başka türlü siyaset yapma imkânı olmaz.