Türkiye'nin gündemi 7 Haziran seçimlerine kilitlenmiş durumda. Ancak batının gündeminde İslam ve terör arasındaki ilişkiye dair tartışmalar hız kesmiyor. Geçtiğimiz hafta Almanya'nın önde gelen dergilerinden Focus'da yayınlanan bir röportaj hem tartışmanın bazı boyutlarını ortaya koyuyor, hem de batı cenahında İslam'a dair konformizm çağrışımlı klişelerin yol açtığı mantık hatalarına örnek teşkil ediyor.
Röportajı veren Hristiyan Demokrat Birlik (CDU/CSU) Federal Meclis Grup Sözcüsü Erika Steinbach. Steinbach hem önceki Cumhurbaşkanı Wulff, hem de Başbakan Merkel'in savunduğu "İslam Almanya'ya aittir" önermesini reddediyor. Dolayısıyla bu röportajın dikkatli bir tartışmayı ve analizi hak ettiği kesin. Röportajdaki eleştirilerin ana hedefinin Türkiye olduğunu da unutmayalım. Steinbach'ın önermeleri şöyle: "Almanya'da bazı camilerde şiddet içerikli vaaz veriliyor."
Bu önerme haklı gözükebilir. Zira İslam'ın şiddeti meşrulaştıran bir yorumla aktarılmasına yönelik pratiklere Avrupa'daki bazı camilerde rastlamak mümkün. Ancak şiddet kavramının kendisi de sorunsuz değil. Şiddet politik bir içerikle mi yoksa ceza hukuku anlamıyla anlaşıldığı belirsiz. İkinci olarak da bin yıllar öncesinden gelen kutsal metinler, bağlamı ve tarihselliği dikkate alınmadan yorumlandığında, pekâlâ şiddete gerekçe yapılabilir ve bir bütüncül olarak suçlanabilir. Ve bu bir sorun. Bu sorunun çözümü Kur'an'ın, Steinbach'ın hayalini kurduğu gibi, yeniden yorumlanması değil, doğru yorumlanması ve çarpıtılmamasıdır.
Bu konuda tezler üretilmeden, Kutsal kitaptaki bazı ayetlerin okunması ve anlatılması şiddet ile ilişkilendirildiğinde, tüm kutsal kitaplar ve dinler şiddet kaynağı olarak değerlendirilebilir. Bu durum Hristiyanlık ve Yahudilik için de geçerli.
"Türkiye imamları Almanya'ya İslamlaştırma göreviyle gönderiyor." İslamlaştırma devlet politikası olduğunda uluslararası ilişkiler bakımından sorun oluşturur. Ama şunu da kabul etmek gerekir ki, her bir din görevlisinin aldığı eğitimin temelinde, dini öğretmek, yaygınlaştırmak ve o dine insan kazandırmak vardır. Dini irşad veya misyonerlik din ve vicdan özgürlüğünün bir ifadesi ise, bu önerme, pekâlâ özgürlükleri engelleyici bir uygulamaya yol açabilir. İslam tartışmalarında sürekli Almanya'nın Hristiyan değerleri üzerine kurulu olduğu bilgisi öne çıkarılıyorsa, endişeler haklılaşabilir.
Esas sorunlu önerme ise şu: "Almanya'da sonradan doğan kuşak radikal düşüncelere daha yatkındır." Bu önerme içerik itibariyle yanlış değil. Ama Steinbach, bunun Almanya'nın entegrasyon politikasının başarısız olduğuna karine teşkil edemeyeceğini savunuyor. Çünkü ona göre özellikle akademik eğitim almış ve entegrasyonda başarılı olmuş kuşaklarda da radikal düşüncelere yatkınlık güçlü. Böyle ise ortada bir mantık hatası var: İslam bir bütün olarak şiddet içerikli ise bunu bir tarihsel süreklilik içinde var kabul etmek gerekir. Dolayısıyla entegrasyonu tamamlamış Müslümanların bu eğilimlerden arınmış olmaları beklenir. Eğer entegrasyon bu eğilimi güçlendirmiş ise, sorunun kaynağı ya entegrasyonun başarısızlığıdır. Ya da gerçekte İslam'ın bir bütün olarak şiddet potansiyeline sahip olduğu iddiası temelsizdir. Şiddet eğilimin Avrupa'da doğup büyüyen ve özellikle entegre olmuş iyi eğitimlilerde görülmesi, şiddetin İslam dininden çok, Batı ile ilişkide ortaya çıkan bir tepkinin ifadesi oluğunu kabul etmek gerekir.
Bu önermeler daha çok iç politik kaygılar, İslam korkusu ile Türkiye'ye yönelik eleştirilerin özensizce iç içe geçmişliğinin bir ifadesi olup sorunların görülmesini engelliyor. Çarpıtmalara ve politik motifli araçsallaştırmalara zemin hazırlıyor. Oysa siyaset kurumundan beklenen sağlıklı bilgi ve rasyonel analizler temelinde politika üretmek ve tutum almak olmalıdır.