Türkiye'de yargı sorunu çözülmeyi bekliyor. Yargıya güven halen tesis edilebilmiş değil. 2014 Ekim'de yapılan HSYK seçimlerinde farklılıkları içinde barındıran bir grup başarılı çıkmış olsa da, bir önceki dönem yargıya verilen zarar giderilebilmiş değil. Birinci neden Gülen örgütünün verdiği hasarın derinliği iken, diğeri ve bence de en önemlisi yargı sistemine ilişkin yapısal ve anayasal sorunlardır.
Her iki sorun AB kurumlarınca anlaşılamıyor ve uzman bilgisiyle hareket ediliyor. Ancak bu yeterli değil. Türkiye'de hukuk düzeni ve özellikle yargı sistemi hakkında AB cenahında yapılan tartışmaların uzman görüşü ekseninde yürütülüyor olması, yukarıdaki iki nedenin anlaşılamamasını da beraberinde getiriyor. Oysa Türkiye'nin yargı ve hukuk sorunlarını anlamak için uzmanlık bilgisinin ötesinde sosyo-politik ve tarihsel bilgilere ihtiyaç var.
Zira hiç bir sistem arkasında bir siyasal tercih olmaksızın inşa edilmez. Sistemler inşa edilirken bir amaç güdülür. Bu amaç sistemin mükemmelliği veya kusursuzluğuyla ilgili değil. Aksine sistemi inşa eden siyasal elitlerin ve egemen güçlerin birey ve toplum tasavvurları ve idealleriyle ilgilidir. İşin bu boyutu tamamen politiktir. En azından hukuk tekniğinin ötesinde bilgi ve birikim gerektirir. Uzman bilgisi ise yaratılan sistemin iç bilgisi ve tutarlılığı bağlamında anlam ifade eder. Türkiye'de cari sistemin inşa amacının demokratik olmadığı bilinmekte.
Geçen hafta Brüksel'de TESEV'in düzenlediği toplantıda bu sorun tüm boyutlarıyla görünürlük kazandı. Avrupa Komisyonu ve Konseyinin Türkiye'deki sorunlara ilişkin görüşleri genelde bu uzman görüşlerine dayanıyor. Uzman görüşleri ise hukuk ve yargı sistemine vücut veren tarihsel, sosyo-politik gerçekliğini dikkate almaktan oldukça uzak. Böyle olunca örneğin yargı teşkilatının neden katı merkeziyetçi bir şekilde dizayn edildiği sorusu anlamsızlaşıyor.
Yargıya Kemalist siyasal elitin bu kadar yoğun bir anlam yüklemesinin nedeni anlaşılamıyor. Yine Gülen Örgütünün neden yargıda örgütlendiği konusu da tartışmalarda önemsizleştirilebiliyor. Önemsizleştirilince de bu örgütün yargıdan neden sökülüp atılması gerekliliği de anlaşılamıyor. Anlaşılamayınca da "McCarthysm" suçlaması yöneltilebiliyor.
Uzman görüşleri ekseninde hareket edildiğinde de hükümetin ve parlamentonun attığı her adım yanlış, buna karşı itiraz eden her bir kesim veya örgüt de "meşru muhalefet" odağına dönüşüyor. Elbette bu yaklaşım Türkiye konusunda köreltici etki yapabiliyor. Zira demokrasiyle uyuşması mümkün olmayan, her tür faşizan ve marjinal yahut devrimci tüm gruplar otomatik olarak "demokratik muhalefet" olarak etiketlenebiliyor. Bu gruplara toplumsal düzen kuralları uygulandığında ise muhalefete baskı yapıldığı algısı devreye girebiliyor.
Uzman görüşlerine yapılan bu müracaat farkında olunmadan bu sonuçlara yol açabiliyor. Ama bazen de bunun bilinçli bir tercih olduğu kuşkusu da doğabiliyor. Zira AB'de Türkiye'nin eleştirilebilirliği, teknik sorunlardan ziyade bir politik tercih olarak da işlev görebiliyor.
Uzmanlık bilgisinin bu kadar dikkate alınması başka bir soruna da yol açıyor. Türkiye AB aday statüsüne sahip bir ülke. Mevzuatın ve sistemin uyumlu hale getirilmesi için AB standartlarına uygunluk testine tabi tutuluyor. Bu nedenle daha önce Sovyetlerin uydusu mahiyetindeki ülkelere uygulanan standartlar bire bir Türkiye'ye uygulanmak isteniyor. Oysa özellikle yargıya dair bir ortan AB standardı yok. O etikete sahip görüşler ise uzman görüşleri. Bunlar da genelde demokratik iradeye kuşkuyla yaklaşan ve egemenlik yetkilerini mümkün olduğunca uzmanlara ve bürokratlara aktaran görüşler. Bunun demokratik olduğu oldukça tartışmalı. AB'nin Türkiye'de yargı konusunda uzman görüşlerinin ötesinde politik bir bakış açısını öne çıkarmasında yarar var.