Geçtiğimiz Pazartesi Bakanlar Kurulu 12 yıllık AK Parti iktidarı döneminde ilk defa Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında toplandı. Bu durum Türkiye'nin parlamenter sistemden koparak Başkanlık sistemine kaydığı gerekçesiyle eleştirildi. Başkanlık sisteminin lehinde pozisyonlanan bazıları da bu uygulama ile fiilen başkanlık sistemine geçildiğini düşündüler. Oysa gerçek biraz farklı…
Türkiye tam parlamenter bir sistem değil. Hükümet parlamentonun içinden çıkar, onun desteğine ihtiyaç duyar ve ona karşı sorumludur. Ama hiç bir parlamenter sistemde olmadığı kadar güçlü yetkilerle donatılmış bir Cumhurbaşkanlığı düzenlenmiş. Cumhurbaşkanının yetkileri uzun bir liste halinde Anayasanın 104. Madde düzenlenmiş. Buna göre Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Bu sıfatla Cumhuriyeti ve milletin birliğini temsil eder. Anayasanın uygulanması ile Devlet organlarının uyumlu çalışmasını gözetir. Yasama, yürütme ve yargıya ilişkin yetkiler, parlamenter sistem mantığına aykırı yetkilerdir. "Gerekli gördüğünde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek" veya "Bakanlar Kurulunun kendi başkanlığında toplantıya çağırmak" da parlamenter sistem ile uyuşmayan bir yetkidir. Öte yandan hükümetin genel iç ve dış politikasının uygulanmasını zora sokabilir. Yüksek yargıdaki atama yetkileri üzerinden sistemi kilitleyebilir. Hükümetin kurulmasını zorlaştırabilir. Bürokratik atamalarda zorluklar çıkarabilir. Bu sayılanlar uzak ihtimal değil, zira Kemalist mahalleye mensup 10. Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer ideolojik olarak karşı olduğu AK Parti hükümetine karşı bu blokaj yetkilerin kullanmaktan kaçınmamıştı. Ama dikkat edelim, bu yetkiler aktif siyasete imkan veren değil, daha çok fren ve blokaj niteliğindeki yetkilerdir.
Parlamenter sistem mantığı bakımından tek sorun güçlü yetkiler değil. Bu yetkiler için sahip olduğu meşruiyetin yetersizliğiydi. Cumhurbaşkanı 2007 yılına kadar Meclis tarafından seçiliyordu. Dolayısıyla meşruiyeti dolaylıydı. Ancak 2007 yılında, Kemalist siyasi elitler ile kurumların ürettiği hukuki bir hokkabazlık ile anayasal kriz çıkarılıp Cumhurbaşkanının Meclis tarafından seçilmesi imkansızlaştırılınca, Anayasa değiştirildi. Referandumda büyük bir çoğunluk ile kabul edilen yeni düzenlemeye göre Cumhurbaşkanı Mecliste en az yirmi milletvekilinin önerdiği adaylar arasından halk tarafından seçilir. Nitekim 2014 yılında bu seçim gerçekleşti ve Recep Tayyip Erdoğan halk tarafından seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı oldu.
Bu çözüm demokratik meşruiyet açısından bir çelişkiyi ortadan kaldırdı. Ancak bu parlamenter sistem mantığından daha radikal bir şekilde sapma ile sonuçlandı. Sorun yine bitmiş değil, zira demokrasi ilkesi gereği, demokratik meşruiyete sahip olan bir kurumun yetkili olması gerekir. Yetkili olanın ise sorumluluğunun kabul edilmiş olması gerekir. İşte burada da bir sorun var. Zira Cumhurbaşkanı Türkiye Anayasasına göre sorumsuzdur. Ancak vatana ihanet ile suçlanabilir. Bunun için Meclis üye tamsayısının ¾'ü, yani 413 Milletvekili gerekli, ki bu neredeyse imkansızdır.
İlk defa halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı şimdi bu yetkilerini kullanıyor.,. Ama bununla sistem başkanlık sistemine dönüşmüyor. Zira iki başlı yürütme söz konusu. Hükümet aktif siyasetin tek yetkilisi ve sorumlusudur. Bakanlar Kurulu Cumhurbaşkanı dışında bağımsız bir siyasal organdır. Cumhurbaşkanı çok istisnai bir durum hariç meclisi feshetme yetkisine sahip olmadığından, sistem "yarı başkanlık" da değil.
Sırf Bakanlar Kurulu'nu kendi başkanlığında topladı diye sistem başkanlık sistemine dönüşmüyor. Geriye tek tanım kalıyor: Tuhaf bir sistem. Ama bu tuhaflığın nedeni AK Parti değil, Türkiye'nin Kemalist siyasal elitleri. Zira bu sistem onların eseri. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi de onların yüzünden gerçekleşti. Şimdi şikâyet hakları en azından etik açıdan yok. Bu tuhaflığı ortadan kaldırmak ancak yeni bir anayasal düzen ile mümkün.