Geçtiğimiz cumartesi akşamı Türkiye ile yaşadığı kriz nedeniyle bir anda dünyanın ilgi odağı olan ancak normalde kendi ve belki de bir iki komşusu dışında kimsenin ilgisini çekmeyecek Hollanda seçimleri 15 Martta yapıldı ve Başbakan Mark Rutte ve sağ liberal partisi yeniden birinci parti çıkarak yeni bir koalisyon için kolları sıvadı. Seçimlerde Rutte'nin birinci çıkması ırkçı Geert Wilders'e yönelik bir başarı olarak yorumlansa da Wilders'in partisi 2012 seçimlerine göre 4 puan oy artırdı ve tehlikeli bir şekilde tırmanmaya devam ettiğini kanıtladı.
Başbakan Rutte'nin ve Hollanda polisinin Türk bakanlara yönelik sergilediği, hiçbir diplomatik teamüle ve nezaket kuralına uymayan apaçık vandallık Wilders'in önünü kesme argümanı ile rasyonalize edilmeye çalışılsa da Avrupa tarihinde bir utanç olarak yerini alacak. Bence bunu gerekçelendirmek için aşırı sağa sığınmak daha da hazin, zira bu bir teslimiyet demek. Üstelik bence Avrupalı demokrat seçmene de bir hakaret. Ben Rutte'nin liberal partisinin tabanının böyle bir tutumdan muhakkak rahatsızlık duyduğunu düşünüyorum.
Avrupa'da şu an Zeitgeist (zamanın ruhu) Erdoğan Türkiye'sini öteki ve 'mutlak yanlış' olarak etiketlediği için Cumhurbaşkanı Erdoğan'a Batı basınında sistematik olarak yapılan hakaretler, Türkiyeli bakanların ifade özgürlüklerinin engellenmesi ve Hollanda polisinin şiddetine karşı bir ses çıkmıyor ancak bence bu sessizlikte Avrupa'daki mahalle baskısının rolü büyük. Geçenlerde Alman gazeteci Martin Lejeune ile konuşuyordum, Almanya'da freelance çalışan ve Erdoğan'ı destekleyen tek gazeteci. Bu nedenle büyük tepki çekiyor. İsrail'e yönelik eleştirel tavrı da kolay kolay Almanya'da cesaret edilmeyecek bir tavır. Lejeune bana Almanya'da devamlı sözlü tacize maruz kaldığını, Avrupa'da Erdoğan'ı desteklemenin çok büyük bir bedeli olduğunu söyledi.
Ben bu hava dolayısıyla Avrupa'daki demokrat seslerin şimdilik sessiz kaldığını düşünüyorum. Mesele Erdoğan'ı ya da Adalet ve Kalkınma Partisi'ni (Ak Parti) desteklemek değil, fikirleriniz uyuşsun ya da uyuşmasın insanların ifade özgürlüğüne saygı göstermek. Şu sıralarda Erdoğan'a en ufak olumlu bir katkı sağlayacak herhangi bir çıkış Avrupa'da 'şık' ve 'cool' bulunmadığı için bu temel prensip göz ardı ediliyor ancak ben bu aşırı baskıcı havanın bir süre sonra gerçek demokratları patlama noktasına getireceğini düşünüyorum.
Sadece Alman basınına baktığınıza hiç de normal bir durum olmadıpını hemen fark ediyorsunuz. Sanki Almanya'da hiçbir konu yakmuş gibi Alma gazeteleri her gün Erdoğan manşetleri ile çıkıyor, televizyon programlarında Türkiye ve referandum konuşuluyor. Artık Türkiye başlığı 'dış politika' olmaktan çıktı, dünyayı sadece alman basınından takip eden biri Türkiye'yi Almanya'nın bir parçası sanabilir. Bir de BND'nin (Bundesnachrichtendienst) başkanı Bruno Kahl'in 15 Temmuzla ilgili 'Fetullah Gülen ile ilişkisini göremedik' diye özetlenebilecek açıklamasını unutmamak gerek. Bu akılla dalga geçen açıklama Almanya'nın Erdoğan Türkiye'sine karşı herhangi bir inandırıcılık gözetme gereği duymadan karşı olduğunu gösteriyor. Pazartesi günü Hürriyet'in eski genel yayın yönetmeni Sedat Ergin de yazısında Kahl'in açıklamasına isyan etmiş 'Alman istihbaratına göre Adil Öksüz uzaylı olabilir mi?' diye sormuş.
Bu gidişin, bu açıkça manipulatif politikanın liberal Avrupa çevrelerinde yavaş yavaş biriken bir rahatsızlığa sebep olduğunu ve yakında sağduyunun galip gelip demokrat çevrelerin Türkiye'ye yönelik sergilenen yanlı ve yanlış tavra karşı çıkacaklarını düşünüyorum.