Ahmet Davutoğlu Başbakan sıfatı ile ilk kez geçtiğimiz hafta Perşembe günü Brüksel'e gitti, tek güne AB liderleri ile kritik görüşmeler ve iki de toplantı sığdırdı. Brüksel ziyareti çok önemliydi zira geçtiğimiz günlerde Avrupa Birliğinden gelen 'müzakereleri dondurabiliriz' açıklaması ile alarm veren bir tablo var ortada. 2004'te Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine başlayan birlik geçen 10 yıl içinde Türkiye'nin milli geliri 4 katına çıkmasına, askeri vesayetin sona ermesine, Kürt kimliğinin tanınmasına, Kürtçe okullar açılıp, propaganda yasaklarının kalkmasına, cumhuriyet rejiminin el koyduğu azınlık mallarının bir kısmının iade edilmesine ve daha birçok olumlu gelişmeye vesile oldu. Buna rağmen nasıl oldu da böyle bir açıklama yapma noktasına geldi?
Ben bu sorunun Türkiye üzerinden değil AB üzerinden yanıtlanması gerektiğini düşünüyorum. Ekonomik kriz ve daralan ekonomi nedeniyle kendi içine kapanan, artan işsizlik ile göçmen politikalarını sorgulamaya başlayan AB birkaç senedir büyümenin değil küçülmenin yolunu arıyor. Bir de malum İslamofobinin etkisi ile Müslümanlara karşı artan nefret söylemi de Türkiye politikasında belirleyici oluyor. Kısacası AB'nin kendi değerlerini sorguladığı ve geçmiş günahlarını yeniden diriltme eğilimi gösterdiği bir dönemden geçiyoruz. Böyle bir atmosferde Türkiye-AB ilişkilerine ivme kazandırmak pek de kolay olmasa gerek.
Başbakan Davutoğlu'na uçakta eşlik eden gazeteciler arasında ben de vardım ve onun da AB'nin kendi içine kapandığı yönünde bir tespitte bulunduğuna şahit oldum. Ancak yine de birlik Türkiye'nin önemini görüyor. Perşembe günkü temaslarda da bunu vurgulamış birliğin liderleri. Gelelim ziyaretin diğer ayaklarına. Yani Davutoğlu'nun yaptığı iki konuşmaya… Brüksel seyahatini takip etmek onun iki ayrı yüzünü çarpıcı bir şekilde görmek açısından çok anlamlıydı. Başbakan önce bir otelde 'Avrupa'nın Dostları' ve AB Daimi Temsilciliğimiz tarafından organize edilen toplantıda yabancı gazetecilerin ağırlıklı olduğu bir topluluğa, akşam, Brüksel'den ayrılmadan önce ise oradaki Türkiyeli göçmenlere hitap etti. İki ayrı dil, iki ayrı üslup ama birçok da ortak nokta vardı bu konuşmalarda…
İki farklı yüzünü gösteriyordu aslında bu iki konuşma başbakanın. Akademisyen, daha doğrusu 'Hoca' yüzü gündüzken, siyasetçi yüzü akşamki konuşmada hâkimdi. Gündüzken konuşmayı İngilizce yaptı. Batı'ya hitap eden, dünyanın problemlerini çok sistemli bir şekilde özetleyen ve doğru sözcükleri seçen bir konuşmaydı. Mesela cemaatin devletin içindeki yapılanmasını Batı'ya hiçbir şey ifade etmeyen 'paralel' sözcüğüyle değil, polis ve yargıdaki gizli network diye tasvir ederek anlattı. Salondakileri etkilediğini görmemek imkânsızdı. Soru-cevap bölümünde yöneltilen sorulardan bunu görmek mümkündü. Akşamkinde ise tam bir siyasetçiydi Davutoğlu. Uzun ve herkesi coşturan bir selam bölümü, Brükselli göçmenleri cesaretlendiren bir sahiplenme mesajı, yeni açıklanan aile paketi hatırlatılarak 'güçlü Türkiye' göndermesi… Tam bir miting havasındaydı bu konuşma. Zaten önceden Davutoğlu'na yazılmış 'Davutoğlu bir yiğit adam, bir mert adam' diye başlayan şarkı, coşku, bayraklar, ışıklar seçim sürecine girildiğini anlatıyordu.
İki farklı yüz, iki farklı konuşma… Ancak her ikisinde de ortak özellikler vardı: Doğaçlamaydı, uzundu, konuyu bölerek, numaralandırarak anlatıyordu, büyük bir özgüven ve kimlik bilincine işaret eden bir çerçeve çiziyordu ve asla taviz vermiyordu. Belli ki Başbakan giderek siyasete daha çok ısınıyor. Akademisyen şapkasını aynen koruyarak, bu şapkadan beslenen siyasetçi şapkasını ortaya çıkarıyor.