Geçen günlerde (3 Ekim) Bloomberg Bussinesweek'te Peter Coy imzalı "The Tyranny of the U.S. Dollar" başlıklı bir makale yayımlandı. Makalede bizim de bu mecrada sıkça yazdığımız tezler tekrarlanıyordu. ABD doları bir silah olarak kullandıkça dolar rezerv para olma payesini gün geçtikçe kaybedecekti.
Mesela ABD'nin tarife savaşları açtığı Çin'in elinde yaklaşık 1.2 trilyon dolarlık ABD bono ve tahvili var. Japonya'da ise bundan biraz daha çok. Yatırımın mantığı, herhalde kar elde etmektir değil mi? "Bu miktarda ABD bono ve tahvilinin getirisi nedir" diye sorduğumuzda, bizi bekleyen cevap oldukça şaşırtıcı. Faizler çok düşük olduğu için ülkeler paralarını reel anlamda eksi getiri ile burada tutuyorlar. Nedeni çok karmaşık değil. Rezerv para dolar olduğu için ithalatın karşılanmasında sorun yaşamak istenmiyor. Diğer yandan, herhangi bir ekonomik kırılganlıkta, sistemi koruyabilmek adında yedeklemeye gidiliyor.
İşte Bloomberg Bussinesweek'te "The Tyranny of the U.S. Dollar" adlı yazısı bu sistemin orta ve uzun vadede sarsıntı içinde olduğunu iddia ediyordu. Peki neden bu soruları dün sormazken bugün soruyor dünya? ABD hala dünyanın en büyük askeri, ekonomik gücü olduğu halde neden daha şiddetli sorgulanır oldu?
Öncellikle, her dönem moda olan "ABD'nin çöküşü" kehanetlerine mesafeli olmak gerekiyor. ABD çökmüyor ve çökmesi de dünya için hayra alamet bir durum olmazdı. ABD birçok avantajlara sahip bir ülke. Prusyalı devlet adamı Bismarck "Tanrı sarhoşlara, çocuklara ve Amerika Birleşik Devletleri'ne özenle bakıyor" derken bu avantajlara işaret ediyordu. Dünyada hiçbir ülke Amerika kadar coğrafi avantajlara aynı anda sahip değildir.
Ancak yine de ABD için sorun yok anlamına gelmiyor bu durum. Ne AB, ne de Rusya ABD için öncelikli bir tehdit unsuru veya bir rakip. Bu Washington'un Rusya'nın tüm pratiklerini yakından izleyeceği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Ukrayna hamlesinin boşa çıkması, Kırım'ın ilhakı ve 2008'deki Gürcistan hamlesi ile Rusya'nı Nato sınırlarını kendisinden uzaklaştırma konusunda bir ilerleme kaydettiği ortada. ABD de buna Rusya'nın Batı sınırlarına üs ve asker yığma hamlesi ile cevap verdi. Ama her halükarda, ABD için öncelikli tehdit Rusya değil. Zaten Başkan Trump'ın akim kalan Rusya ile yakınlaşma hamleleri de oyunun Rusya üzerinden kurulmak istenmediğini ifade ediyordu.
Öte yandan, ABD kısa bir süre içinde enerji noktasında kendi kendine yeter bir ülke olmak durumundan, ihracatçı ülke konumuna geçeceği de öngörülüyor. Bu durum da ABD'nin Ortadoğu politikalarını, hatta İsrail ile ilişkileri doğrudan etkileyebilir. Tabii ki yine ABD Ortadoğu ve Akdeniz ile ilgilenmeyi sürdürecektir. Ancak ne Rusya, ne de Ortadoğu ABD için enerjisinin çoğunu yönlendireceği bölgeler olmayacaktır.
Hasılı, ABD için en önemli sıkıntı Çin… Çin'in otuz yıl içinde ABD'yi geçerek yeni süper güç olacağı öngörülüyor. Kısa bir süre sonra dünya ticaretinin ve tüketimin yüzde 60'ı Asya'da gerçekleşecek. Daha birçok veri, Çin'in başını çektiği yükselen ülkelerin ekonomik pastadan daha fazla pay alacağını gösteriyor. ABD için öncelikli konu bu...
Açıkçası, Çin'in ekonomik yükselişinin onu ne derece süper güç yapacağı tartışmalı. Çünkü süper güç olmak demek, demokrasi, kültür ve yaşam biçimleri açısından da sürükleyici bir rol model olmak demek. Belirli bir ideolojik yaklaşımın da buna eşlik etmesi gerekiyor. Şu an için görünen durum o ki, Çin'in böyle bir iddiası yok. Veya en azından şimdilik böyle bir iddia ile ortada görünmeyi tercih etmiyor. Diğer yandan, ne olursa olsun, hegemonyanın "rıza" kısmında bir demokrasi iddiasının bulunması, küresel sorunlarda pozitif rol üstlenilmesi, tüm dünya milletlerinin baktığı demokratik anlamda bir tür kutup yıldızı işlevinin sürdürülmesi gerekiyor. Çin –şu an için- bunları karşılamaktan oldukça uzak.
Ama aynı ölçütler nedeniyle ABD'nin de süper güç olma payesini ne kadar karşıladığı sorgulanmaya başladı. ABD iki nedenle 1990'lardan itibaren ciddi manada eksen değiştirmeye başlamıştı. İlki, SSCB'nin yıkılması ve Soğuk Savaş'ın bitişi ile ABD kendisini rakipsiz hissetmekte, 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası kuruluşların hareket alanını sınırladığını düşünmektedir. ABD daha az kısıtlanmak istemekte, SSCB tehdidinin ortadan kalkmasıyla ittifaklara daha az ihtiyaç hissetmektedir. ABD dış siyaseti bu manada kökten değişmiştir.
İkincisi ise, yukarıda da değindiğimiz gibi, ABD'nin ekonomik olarak hissettiği kırılganlıktır. Ülkenin dünya ticaretindeki payı gittikçe düşmektedir. ABD, doların gücüne azami derecede abanarak süreci tersine çevirmeye çalışmaktadır. Burada birçok paradoks ortaya çıkmakta. Bu türden bir zorlama, hegemonyanın "rıza" sınırını aşmakta, yeni bir finans sistemi arayışlarını gündeme getirmekte, AB, Çin, Rusya ve geri kalan ülkeleri tahkim etmektedir.
Diğer bir çelişki de Trump'ın dış ticaret açığını kapatma iştahı ile doları bir silah olarak kullanmasında ortaya çıkmaktadır. Peter Coy'un makalesinde belirtiği gibi, ABD'nin dünyanın geri kalanına dolar sağlaması için ticaret açığı vermesi gereklidir. Bir başka deyişle, dünyanın ABD'nin borçlarını dolarla fonlaması için, ABD'ye ondan aldığından daha fazla mal satması gerekir. Ancak tıpkı Çin örneğinde olduğu gibi ve yukarıda kısaca özetlediğim nedenlerden ötürü, ülkeler kazandıkları dolarları -ABD'ye yatırım yapmak yerine- kendi rezervlerinde tutarlar. Bu da, oluşan dış ticaret açığının zamanla doları zayıflatması anlamına gelir ki, buna Triffin Paradoksu deniyor.
Trump bu paradoksu sert güç, tehdit, ambargo, yaptırımlar, tarifeler ile kırabileceğini düşünüyor. Bu duruma, Türkçe'de "Bindiği dalı kesme" deniyor. Başkan Trump'ın bu tercihi, paradoksu azaltmaktan ziyade, onu daha da görünür ve katlanılmaz kılmaktadır. Düne kadar, ABD'nin lehine işleyen dolar merkezli finans sisteminin bir tür dengeleyici yönü vardı. ABD üç sente mal ettiği 100 doları, gerçek paraların harcanarak üretilen gerçek malları almak için kullanıyordu. Çin gibi ülkeler de, dış ticaret fazlalarından gelen bir miktar parayı ABD piyasasında tutarken, bir miktarını de kendi rezervlerine ayırarak güvenli büyümelerini sürdürüyorlardı. Şimdi ABD, bu kurguyu yerle bir ederek, tüm paranın ve yatırımların kendi ülkesinde toplanmasını istiyor. Bunu yaparken güvendiği şey şüphesiz doların rezerv para olması ve güçlü ordusu…
Tabii bu yöntem Suud yönetimi üzerinde bir nebze etkili olabilir. Nedenini de Başkan Trump hiçbir nezaket kuralına uymadan kendi tarzıyla sıkça Suud kralına hatırlatıyor. Ama söz konusu Çin, AB ve Türkiye gibi ülkeler olduğunda, ABD karşısında diz çöken değil, yeni arayışlara giden, hatta oldukça dinamik bir konsorsiyum bulur. Bunun işaretlerini sıkça görüyoruz.
Ama asıl mesele, ABD'nin öngörülemez, oyun sırasında kural değiştiren güvenilmez bir ülke olarak algılanmaya başlamasıdır. Dünyanın, kuralları olan, adaleti, barışı ve kazan-kazan formülünü benimseyen bir düzene ihtiyacı var. Bizler halihazırdaki kurumları yeteri kadar demokratik bulmaz, reform talep ederken, ABD'nin bu kurumları dahi ayakbağı görmesi ciddi bir sorun. Dünya bu patikadan iyi bir yere varamaz.