Bir korku tünelinden geçiyormuşçasına krizden krize, içsavaşlardan terör saldırılarına yuvarlandığımız son yıllardaki en güzel haber, Soçi'deki zirveden çıktı ve Erdoğan-Putin görüşmesi sonucunda büyük bir insani felakete yol açacak tehlikeli süreç sona erdi. Diplomasi ve uzlaşmanın başarıyla sonuç verdiği bu örneklere günümüzde fazlasıyla ihtiyaç var. İdlib konusundaki bu uzlaşı, umarız ki herhangi bir sekteye uğramaz ve insanlığa barışın ve diplomasinin en kazançlı yol olduğunu hatırlatır.
Bir önceki yazıda Tahran Zirvesi'nde Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sivillerin hayatları için nasıl samimi bir çaba ortaya koyduğunu tüm dünyanın canlı bir şekilde izlemesini konu edinmiştim. Erdoğan o zirveden bir ateşkes kararı çıkarmak için kapalı zannettiği toplantıda uğraş veriyordu. Erdoğan tabii ki ülkesinin menfaatlerini de düşünüyordu. Ama orada görüldü ki, insan hayatı tüm önceliklerinin önündeydi. Erdoğan diğer tüm meselelerinin önüne bunu koymuştu ve bunun için mücadele veriyordu.
Zirveden önce dünya kamuoyu, İdlib konusunda kaçınılmaz olanı, yani savaşı kabullenmişti. Rusya bu bölgeye girmeye kararlıydı. Kendince geçerli güvenlik nedenleri vardı ve Erdoğan bunları anladıklarını, ancak yöntemin savaş olmaması gerektiğinde ısrar ediyordu. Evet, bu bölgede radikal terör örgütleri vardı. Ancak bunlarla mücadele için 3.5 milyon insanın hayatının tehlikeye atılması, milyonlarca insanın göçe zorlanması gerekmezdi. Durum, karmaşıklığı oranında daha özenli, acilci olmayan, iyi planlanmış bir işbirliğine ihtiyaç göstermekteydi.
Böylelikle, Rusya'nın endişelerinin anlaşıldığı ortaya konurken, yöntem konusunda Türkiye'nin asla rıza göstermeyeceği vurgulanabildi. Bu ise Astana sürecinin çökmesini ve Rusya, İran ve Türkiye arasındaki işbirliğinin bozulmasını önledi.
Erdoğan ve Türkiye, zirve sonrasında da kararlı açıklamalarını muhataplarını incitmeyecek şekilde sürdürdü. Rusya lideri Putin de gerçekten sağduyulu davranarak, Türkiye'nin gücü ve değerini doğru hesaplama basiretini gösterdi.
17 Eylül günü Soçi'deki zirve sonrası Türkiye ve Rusya arasında "İdlib Gerginliğin Azaltılması Bölgesindeki Durumun İstikrarlaştırılmasına İlişkin Mutabakat Zaptı" imzalandı. Zaptın içeriğini Erdoğan şöyle özetledi:
"Muhalifler ve rejim kontrolü arasındaki alanlar arasında silahlardan arındırılmış bir bölge oluşturulmasını kararlaştırdık. Muhalifler bulundukları alanda kalmaya devam edecekler. Buna karşılık, radikal grupların söz konusu alanda faaliyet göstermemelerini sağlayacağız. Rusya, İdlib çatışmasızlık bölgesinde saldırılmayacağını temin için gereken tedbirleri alacaktır. Gerek üçüncü tarafların provokasyonlarını, gerekse ihlallerin tespitini ve engellenmesini de yine birlikte temin edeceğiz. Rusya ve Türkiye, silahsızlandırılmış bölge sınırlarında koordineli devriye faaliyeti gösterecektir. Türkiye, İdlib çatışmasızlık bölgelerindeki gözlem noktalarını da tahkim edecektir. İdlib'de insani kriz yaşanmasının önüne geçtiğimize inanıyorum. Türkiye, İdlib meselesinde de üzerine düşeni yapmaya devam edecektir."
Başkan Putin ise şöyle bir açıklama yapıyordu:
"Bugün özellikle Suriye'deki çözüm arayışı konularını ayrıntılı bir şekilde ele aldık. Çok önemli mutabakatlara ulaştık. Rusya'nın endişeleri İdlib'de bulunan savaşçıların saldırı tehlikesini ayrıntılı bir şekilde değerlendirdik. 15 Ekim tarihinde 15-20 kilometreye kadar temas hattı üzerinden bir silahsızlanma bölgesi kurma kararı aldık."
Gerçekten de iki ülke ve liderlerini bu başarıdan ötürü kutlamak gerekiyor. Nitekim tüm dünyada da bu olay ciddi bir biçimde yankılandı. Özellikle Avrupa ülkeleri göç akını tehlikesinin bertaraf edilmesinden ötürü derin bir nefes aldılar. Keşke daha da fazlasını yapabilselerdi. AB'nin siyasi güçsüzlüğü gerçekten endişe verici boyutta. AB'nin Ortadoğu ve Suriye sorununu da sadece mülteci krizi boyutunda değerlendirmesi utanç verici.
Gerçi Türkiye dışında başka hiçbir ülke böyle bir diplomatik başarıyı gösteremezdi. Birincisi, Türkiye dışında hiçbir ülke Suriye konusuna insan odaklı bakmıyor; sadece kendi menfaatlerini önceliyordu. İkincisi, bu bakışa sahip olsa dahi, Türkiye gibi olayları değiştirme, etkileme, yönlendirme gücüne sahip değillerdi. Üçüncüsü, Ankara aynı anda etkili tüm güçler ile diplomasi masasına oturma imkanına sahipti. Ve son olarak mazlum halklar nezdinde büyük bir itibarı vardı. Öyle ki, bu halklar kendi yönetimlerine bile Türkiye kadar güvenmiyordu.
İdlib konusundaki bu anlaşma başarıyla uygulandığı takdirde, bu Suriye içsavaşının sona erdirilmesi için ciddi bir kaldıraç etkisi yaratacaktır. Nitekim iki lider de bu noktayı vurguladılar. Suriye gibi çok karmaşık bir sorunda işbirliği ile elde edilecek pozitif bir nihai sonuç, dünyanın diğer sorunlu bölgeleri için de bir örnek olacaktır. En önemlisi de, diplomasi ve barış çabalarının kaybettiği itibarı geri kazandıracaktır.
Tabii fazla iyimser olmamakta fayda var. Gerçekler hala değişmiş değil. Kötü haber veya belirti, büyük devletler istediklerini almadıkça Suriye içsavaşı bitmeyecek gibi duruyor. Büyük devletlerin istekleri ise oldukça çakışıyor, çatışıyor. Bu durumda savaşın devam etmesi en makul seçenek olarak görülüyor.
Bu gerçeği iyi bilen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Soçi zirvesi öncesinde "Suriye'de barışı sağlayalım ve hep birlikte güçlerimizi Suriye'den çekelim" teklifinde bulundu. Eğer amaç Suriye'nin terör örgütlerinden ve savaştan kurtarılması ise, ki Türkiye'nin amacının bu olduğu açıktır, bu teklifin iyimser veya gerçekdışı bulunması çelişkidir. Buradan da anlıyoruz ki, Suriye'de silahlı güç bulunduranların savaşı sona erdirmemelerinin nedeni reel politik tercihlerdir. Ve o tercihler arasında sivil insanların hayatı maalesef öncelikli endişe konusu değildir.
Peki İdlib konusunda gösterilen basiretin, tüm Suriye'de savaşın sona erdirilmesinde de gösterilmesinin önünde bir engel var mıdır? Eğer ABD ve koalisyon güçleri bu amaçla ortaya güçlü bir irade koysalar, Astana süreci bir tehdit olarak algılanmasa ve Cenevre süreci ile uyumlansa, bu savaş bitmez mi?
İşte işler burada çetrefilli bir hal alıyor. Suriye'nin bütünlüğü konusunda ciddi görüş ayrılıkları var. Türkiye ve görünürde Rusya Suriye'nin bir bütün olarak kalmasını arzu ediyorlar. Ancak ABD ve şüphesiz İsrail'in ülkenin üçe bölünmesi noktasında arzulu oldukları biliniyor. Peki Suriye'nin üçe bölünmesi kimin faydasınadır? Barışın mı? Suriye halklarının mı? Bölgenin istikrarının mı?
Şüphesiz böyle bir tercih savaşın bitmemesi demek. Bu tercih, on yıllarca sürecek bir mezhep ve etnik savaşı da beraberinde getirecektir. Kimse bunun en makul ve tarihin dayattığı en rasyonel seçenek olduğunu iddia edemez. Bu seçenek Akdeniz ve Ortadoğu'daki enerji yataklarının hakimiyeti ile ilgilidir. Şüphesiz yanlış bir mantıkla İsrail'in güvenliği ve İran faktörü de bu seçeneğin merkezindedir.
Terör örgütleri ile ortaklaşma doğru bir yöntem olmadığı gibi, itibar kaybının da garantisidir. Anlaşılmayan ve önemsenmeyen veya üstesinden gelineceği düşünülen şey, Türkiye için bunun bir içgüvenlik ve beka meselesi olmasıdır. Türkiye için böyle bir durum, ABD'nin Meksika sınırında DAEŞ'in ülke kurmasından farksızdır. Türkiye doğru ve meşru bir tepki vermektedir. Üstelik bu tepkiyi, insan ayırmadan tüm sivillerin hayatını kayırarak verebilmektedir. İdlib bu konundaki son başarılı örnektir.
Haliyle, bir varlık sorunu olarak Türkiye'nin Suriye'de bir oldubittiye müsaade etmemesi, kimseyi kızdırmamalıdır. Esasen Türkiye bu noktaları da geçmiştir. Türkiye son yıllarda öyle şeyler yaşadı, öyle şeylere tanık oldu ki, onun güvenini kazanmak için "dost" ülkelerin epey çaba harcaması gerekecek.
Hasılı dünyanın diplomasiye ve dürüst müttefikliğe ihtiyacı var. Kimse reelpolitiğin önemine, ulusal çıkarların ağırlığına karşı çıkmıyor. Ancak bunları barış ve güven ile uzlaştırmanın yolları mutlaka vardır. Tehdit, sert güç, vekalet savaşları ve terör örgütlerine mahkum değiliz. Devletleri büyük yapan da orduları ve ekonomileri değil, barış, demokrasi ve istikrara olan öncü katkılarıdır. 2. Dünya Savaşı ve sonrasında ABD'yi dünya gücü yapan şey sadece faşizmi yenmesi değil, Avrupa'yı yeniden inşa etmesindeki öncü rolüydü. En büyük sorumluluk şüphesiz en büyüklere düşer ve bu sorumluluk yerine getirilmediğinde büyükler yer değiştirir.
Tarih bize hiçbir şey öğretmediyse bile, en azından bunu öğretmiş olmalıdır.