Tahran'da 7 Eylül günü yapılan zirveye "ateşkes" konusunda kamuoyu önünde yapılan ateşkes tartışması damgasını vurdu. Tüm dünya burada Türkiye'nin İdlib'deki insani durumu öncellediğini gördü. Bu görüşmelerin kazaen mi canlı yayında gerçekleştiği, yoksa bir başka durumun olup olmadığı ayrı bir konu. Ancak Türk heyetine o sırada canlı yayın olacağının bildirilmediğini biliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kamuoyuna açık olduğunu bilmediği bir toplantıda muhataplarına İdlib'deki sivil kaybını önlemek için adeta didiniyordu. Bütün dünya Türkiye'nin en az kendi milli menfaat ve endişeleri kadar sahipsiz sivil insanların hakkına da sahip çıktığını izledi. Umuyoruz ki, bu tavır dünyanın tüm etkili devletleri için bir ders olsun.
Bu zirvedeki en önemli kazanım, işte Erdoğan'ın bu çıkışı ile yaşandı ve bir ateşkes mümkün olmasa da, silah bırakma çağrısı yapılabildi. Bu çağrının bir ateşkese dönüşmesi için zirve sonrasında da Türkiye çabalarını sürdürmeye devam ediyor. Üç milyon beş yüz bin kişinin hayatı söz konusu ve Türkiye'nin bu büyüklükte bir göç dalgasının altından kalkması artık mümkün değil.
Maalesef hali hazırda dört milyona yakın mülteciyi barındıran Türkiye'ye AB başta olmak üzere doğru dürüst ne siyasal, ne de ekonomik yardım yapıldı. Türkiye bu insanlar için kamu/özel olmak üzere 30 milyar dolar kaynak harcadı. AB üç milyar Euroluk dilimler için Türkiye'ye adeta ecel terleri döktürdü. Bunu farklı siyasi noktalar için koz olarak kullanmaya çalıştı. İşte bugün, artık yeni milyonların Avrupa'nın kapısına dayanacağı günlere ulaştık. Bu milyonları AB'nin yeni göçmen önleme ordusunun durduramayacağını dünyanın görmesi gerekli. Esasen Suriye krizini çözmek için köklü ve gerekli adımları atmaktan uzak durarak, ölümden kaçan insanları durdurmak için ordu kurmak, buna 35 milyar avro kaynak ayırmak hangi ahlaka, mantığa sığar bilemiyorum.
Başkan Erdoğan WSJ'ye yazdığı konu ile ilgili makalede bu sorumluluğa atıf yapıyordu:
"İdlib'e yönelik saldırı ufukta gözükürken uluslararası toplum sorumluluğunun farkında olmalı. Pasif kalmanın bedeli büyük olur. Suriye halkını Beşşar Esed'in merhametine terk edemeyiz. Rejimin İdlib'e yönelik saldırı amacı, gerçek ve etkili bir terörle mücadele kampanyası değil, ayrım gözetmeden muhalefeti ortadan kaldırmaktır."
Evet, İdlib köprüden önce son çıkıştır. Suriye içsavaşı yedi yıl sonra Astana/Cenevre süreçleri ile belirli bir siyasi çözüm noktasına yaklaşmışken, İdlib'i kan gölüne çevirmek, ABD, Rusya ve İran dahil hiçbir ülkenin de işine geliyor olmamalıdır. Ama sanırım, burada neyin öncelikli görüldüğü önemlidir. Öncelik barış değilse, tabii ki ortaya farklı tablolar çıkmaktadır.
Suriye içsavaşının şu noktasında felakete yol açacak şey, kurnazlıklara, fırsatçılığa teslim olmaktır. Astana sürecinde Türkiye, Rusya ve İran arasında kurulan güven çizgisi asla suiistimal edilmemeli, ABD de Türkiye'nin PKK/YPG'den kaynaklanan kırmızıçizgisini hesaba mutlaka katmalıdır.
Şu an itibarıyla, Suriye'de 16 milyon insan Esed karşıtıdır. Esed bu çirkin savaşta kimyasal saldırı dahil birçok katliam yapmıştır. Şimdi eğer Suriye'de siyasi yeni bir başlangıç yapılacaksa, bu sürece Esed'in taraf olması, çocuğun ölü doğması, azınlığın çoğunluğa şiddet uygulamaya devam etmesi demektir. Böyle bir başlangıç asla sonuç alamayacaktır. Türkiye'ye Esed'le masaya oturması telkininde bulunanlar, bunun bir Türkiye kaprisi, takıntısı olmadığını anlaması gerekir.
Şüphesiz Türkiye, Rusya ve koalisyonun radikal örgütler konusundaki endişelerini anlamakta ve paylaşmaktadır. Unutulmamalı ki, buradaki radikal örgütlere en etkili darbeyi ılımlı muhalif gruplarla birlikte Türk ordusu vurmuştur. Bundan sonra da, Suriye'de etkili olabilecek hem siyasi, hem askeri bir süreçte Türkiye'nin varlığı ve katkısı olmadan başarı kazanmak çok zordur.
Peki Türkiye'nin önemi bu kadar ortadayken ve Türkiye masaya kabul edilemez hiçbir koşul sürmezken, neden bu imkan kullanılmamaktadır? Türkiye'nin tek önceliği sivil hayatların korunması ve sınırında terör örgütlerinin devletleşmemesidir. Buna PKK dahil olduğu gibi, DAEŞ ve diğer radikal örgütler de dahildir. Türkiye bu örgütlerden en çok zarar gören ülkedir ve bunlarla en etkin mücadeleyi vermektedir.
"İdlib, köprüden önceki son çıkıştır. Eğer Avrupa ve ABD şimdi harekete geçmede başarısız olursa sadece masum Suriyeliler değil, tüm dünya bedel ödemeye katlanacaktır. Türkiye yanı başındaki katliamı durdurabilmek için tüm gücüyle elinden geleni yapmıştır. Başarılı olduğumuzdan emin olmak için dünyanın kalanı da dar kişisel çıkarları bir kenara koymalı ve bunları siyasi çözüme yöneltmelidir."
Başkan Erdoğan'ın WSJ'de yazdığı makalede verdiği bu kritik mesajlar çok önemli. Tüm etkin güçlerin İdlib'deki bir felaket sonrası olayların nerelere varacağını iyi süzmesi gerekiyor. Böyle bir felaketin sadece bu bölgeyi değil, tüm dünyayı etkileyeceği ortadadır. Suriye dünya barışının düğümlendiği noktadır artık. Bu bölge öyle sıkışmış, menfaatler o kadar iç içe geçmiştir ki, barışçıl bir çözüm olmadığı takdirde, ülkelerin burada bir noktada çatışma içine girmesi, sonrasında bu çatışmanın hızla büyümesi mümkündür. Üstelik AB'nin de böyle büyük bir göç dalgası karşısında nasıl bir sınanmayla karşı karşıya kalacağı bellidir.
Barışçıl çözümün ise parametreleri bellidir. Suriye bölünmemeli, terör örgütlerinin devletleşmeleri, buradan ortaya çıkacak mezhep ve etnik çatışmalar önlenmelidir. Bunun tek ve doğru yolu, Suriye'nin bir bütün halinde demokratik bir sisteme geçerek kalkındırılmasıdır. Burada Birleşmiş Milletlerin R2P (Responsibility to Protect) doktrini gereğince Suriye'ye komşu ve ABD/AB gibi ülkeler samimi bir ortaklaşma içine girmelidir. Tekrar ediyorum ki, Suriye konusu gizli pazarlıklar, anlaşmalar veya sahada kurnazlıkları kaldıramaz. Bu dünya için bir felaket olacaktır.
ABD İkinci Dünya Savaşı'nda Batı Avrupa'nın ayağa kaldırılmasında anlamlı bir rol üstlenmişti. Aynı rolün bugün Ortadoğu başta olmak üzere başka coğrafyaların da istikrarsızlıktan kurtarılması için üstlenilmesi gerekiyor. ABD'nin 11 Eylül'den beri sert güce doğru savrulması en çok ABD'nin dünya demokrasisi ve barışı için üstlendiği pozitif rolü zedeledi. Başkan Truman büyük savaştan hemen sonra şöyle demişti:
"Hepimiz anlamalıyız ki, ne kadar kuvvetli olursak olalım, her zaman dilediğimizi yapma hakkını kendimizde görmemeliyiz."
İşte bu bilincin yeniden ABD'ye egemen olması gerekmektedir. 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan veya güçlendirilen uluslararası kurumları itibarsızlaştırmaya bir son vermeliyiz. ABD Irak'ın işgali konusunda destek alamadığı BM'yi mali yükümlülüklerini yerine getirmeyerek cezalandırmaya devam etmektedir. Buna benzer birçok zararlandırıcı pratiği burada alt alta sıralamak mümkün. Ancak bu kurumlar 70 milyon insanın hayatına malolan savaşlar sonucu ortaya çıkmıştır. Dünyanın bir daha böyle küresel felaketlere uğramaması için bu kurumların daha güçlü bir şekilde devreye girebilmesi her açıdan insanlığın en büyük kazanımlarından biridir. Başkan Erdoğan "Dünya beşten büyüktür" derken bu önemin altını çizmekteydi.
İnsanlık, savaşmak ve sömürgeleşmek dışında dünya kaynaklarını paylaşmanın başka yollarının da olduğu gerçeğini yeniden hatırlamak zorundadır. Sert güç liderliği bugün bir ülkede, yarın bir başka ülkede olabilir. Ama herkesin barış içinde yaşaması, küresel bir barış/işbirliği fikrinin yerleşmesine bağlıdır. Bu şekilde kazan/kazan formülü devreye girebilir ve biz savaş için harcayacağımız kaynakları kendi insanlarımızın mutluluğu için ayırabiliriz.
Bunlar romantik öneriler değildir. Bu önerilerin geçerli ve uygulanabilir olduğunu anlamak için illa ki dünya savaşları ve on milyonlarca insanın öldürülmesine tanık olmaya ihtiyacımız yoktur.
İşte Suriye önümüzde bir fırsat olarak durmaktadır. Neden Suriye yeni bir real politik anlayışın kilometre taşı olmasın? Neden karamsarları veya savaştan çıkarı olanları mahcup etmeyelim? İnsanlık bunu başarma potansiyeline sahiptir. Sadece inanmak yeterli olacaktır.
Türkiye bu konuda yalnız kalsa da doğruları seslendirmeye devam ediyor. Artık Türkiye'nin bu yalnızlığına dünya adına son vermek gereklidir. Dünya hepimizin ortak evi ve orada huzur ve barışın olması hepimizin kazancıdır. Yani ahlaken kendimizi barışa zorunlu hissetmiyorsak bile, fayda açısından da barış en doğru tercihtir.