Küresel ekonominin bugünkü işleyiş kuralları, her şeyin baş aşağı durduğu, ama herkesin de düz duruyormuş gibi yaptığı sakat bir mekanizmaya işaret ediyor.
Bugün mesela Çin'in, yaklaşık 1,2 trilyon dolarlık ABD tahvil ve bonosunu neden elinde tuttuğuna dair mantıklı cevaplar bulmak o kadar kolay değil. Çin, tüm ithalat borçlarını karşıladıktan sonra elinde kalan ciddi miktarda dış ticaret fazlasını ABD tahvil ve bonolarına yatırıyor. Bu tahvil ve bonoların reel getirisi ya sıfır, ya da eksi.
Çin ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler, ABD'ye sıfır veya eksi faizle kredi veriyor demektir bu. Yani ABD'den çok daha fakir ülkeler, zengin ABD'ye kredi veriyor ve bunun karşılığında ticari bir kazanç sağlamıyorlar. Özellikle Çin'in bunu neden yaptığı merak ediliyor.
Çin'in tercihinin bir rasyonalitesi şüphesiz var. Herhangi ekonomik bir olumsuzlukta dolar rezervinin güçlü olması, dış borç ödemesinde herhangi bir aksaklık yaşanmaması için bir sigorta olarak görülüyor. Nedeni ise, diğer ülkeler de ihracatlarından oluşan alacaklarının dolar cinsinden ödenmesini şart koşması. (Çünkü onlar da böyle yapmak zorunda.) Buna "işletim maliyeti" deniyor. Hani bankaların küçük mudilerinden senelik veya işlem bazında aldıkları anlamsız/şişkin ücretler vardır ya; onun daha devasa boyutundaki bir ekonomik alan/para sahipliği ücretinden bahsediyoruz.
Hatırlarsanız, Başkan Obama döneminde 11 Eylül saldırılarında zarar gören ABD vatandaşlarının yabancı ülkelere (esasen Suudi Arabistan'a) dava açmalarını sağlayacak bir yasa tasarısı Kongre'ye sunulmuştu. Suud yönetimi buna çok sert tepki göstermiş ve ABD'deki yatırımlarını geri çekme tehdidinde bulunmuştu. Oldukça ses getirici bir tehditti bu. Çünkü Suudi Arabistan'ın ABD'de ne kadar parası olduğu efsaneleşmiş bir konuydu. "Bir trilyon dolar" diyen de vardı, "3 trilyon dolar" da. Hatta ABD ekonomisinin tamamen Suud petro-dolarıyla döndüğünü iddia edenler de çıkıyordu.
Sonradan ABD Hazine Bakanlığı tarafından bir açıklama nihayet yapıldı. Suudi Arabistan'ın devlet olarak 123 milyar dolar ABD varlığına sahip olduğu açıklanıyordu ve bu konuda 13. sıradaydı. Ancak bu rakama şahısların yatırımları dahil değildi ve söz konusu Ortadoğu olunca gayrıresmi hesapların ne kadar şişkin olabileceği tahmin edilebilirdi.
Ancak, Suudi Arabistan istese bile böyle bir harekette bulunamazdı. Çünkü Riyal Dolara endekslenmişti ve Basra Körfezi'ni ABD 5. Filosu koruyordu. Esasen, Suudi Arabistan son yarım yüzyılını ABD korumasında ayakta kalarak geçirmişti. Nitekim Donald Trump Başkan seçildiğinde o ünlü Ortadoğu gezisi tertiplendi. Damat Kuschner'in irtibatları konuşuldu. Başkan Trump ilk dış gezisini 21 Mayıs 2017'de Riyad'a yaparken, Ocak'ta göreve geldikten kısa bir süre sonra yeni CIA başkanı Mike Pompeo'yu Suudi Arabistan'a ve Bahreyn'e göndermişti. Pompeo bu iki ülkede kırmızı halılarla karşılandı. Washington ile Riyad arasında ilişkilerin geliştirilmesi için bir sonraki dönüm noktası da, Suudi veliaht Prens ve Savunma Bakanı Prens Muhammed bin Selman'ın Mart ayında Beyaz Saray'ı ziyaret etmesi olmuştu.
Hasılı, Haziran 2017'de Suudi Arabistan Kralı Selman, yumuşak darbeyle Veliaht Prens Muhammed bin Nayif'in yerine 31 yaşındaki oğlu Muhammed bin Selman'ı getirdi. Birinci veliaht olarak babasından sonra tahta oturacak olan Selman Başbakan ilan edilirken Nayif tüm görevlerinden azledildi.
Görüldüğü üzere, Suud bu parasal gücünü ABD'ye karşı kullanamadığı gibi, yüzlerce milyar dolarlık silah alımı anlaşmalarına imza atmak ve yönetim değişikliğine gitmek zorunda kalıyordu. Yani parasal güç, dünyanın kurulu finans sisteminde bir işe yaramadığı gibi, ABD bu sistemi sert gücüyle sürekli tahkim ediyordu.
Suudi Arabistan'da yönetim değişikliği dahil tüm olağanüstülükler kendiliğinden gerçekleşmemişti. Bu değişiklik İsrail'in Ortadoğu'daki amaçları ile de uyumluydu.
ABD benzer atakları başka ülkelere de gerçekleştirdi. Başkan Trump ABD'nin sert gücünü öne çıkararak Avrupa, Rusya, Çin ile ticaret ve yaptırım savaşlarına girişti. Bunu yaparken, ordusu kadar, dolarizasyon temelli küresel finans tekeline de güveniyordu. Ekonomik yaptırımlar sert ve yumuşak güç arasında bir yerde değerlendirilirler. Oysa ekonomik savaşların yıkıcı etkileri düşünüldüğünde, bunu da sert güç kategorisinde değerlendirmek daha doğru olacaktır.
Nitekim, ABD, hiç de gizlemeyerek veya diplomatik usullere başvurmayarak, Rahip Brunson'ın serbest bırakılması talebiyle Türkiye'yi de tehdit etti. Sonra da bu tehditleri iki bakanına yaptırım uygulayarak somutlaştırdı. Bunların arkasından çelik ve alüminyuma getirilen ek vergiler söz konusu oldu. Ama bunlardan ziyade, dolar fiyatının zıplatılması hedeflendi. Türkiye'nin ekonomisi doğrudan müttefiki tarafından hedef alındı ve şu mesaj verildi: "Hiçbir kurala uyma zorunluluğumuz yoktur."
Türkiye Suudi Arabistan gibi boyun eğmedi. Halkı da bankalara hücum etmediği gibi, dolar bozdurma kampanyası güçlendi. Zaten ABD'nin Türkiye konusundaki en büyük rahatsızlığı da buydu. Eski ABD Ankara Büyükelçisi, yeni Suriye'den Sorumlu Direktörü James Jeffrey "Suudlar, Mısırlılar her koşulda bize yaltaklanıyor. Erdoğan ise bizimle çatışıyor, çelişkilerimizi yüzümüze vuruyor, dostumuz olmaya çalışmıyor. Bu yüzden Erdoğan Washington'da ve Avrupa'da sevilmiyor." diyordu.
Ama Jeffrey'in o röportajında Rahip Brunson'un tutukluluğu ilgili çıkan krizde ölçüt olarak kullanılabilecek bir açıklaması daha vardı. Gülen'in iadesi konusunda Jeffrey şöyle diyordu:
"Fetullah Gülen'in yeşil kartı var, yani Amerikan vatandaşlığından bir önceki statüde. Bildiğiniz gibi Amerikan hükümeti Gülen'in bu statüyü almasını istemedi ve aleyhine çaba gösterdi. Ama bu tutum ters tepti. Türkler bugün de 'Amerikan yönetimi isterse yeşil kartı iptal edilir' sanıyor. Hayır biz iptal edemeyiz, bunu ancak bağımsız mahkemeler yapabilir. Mahkemeler bağımsızdır ve bu bizim demokrasimizin temel kriteri. Türkiye bu gerçeği anlamak istemediği için Türk-Amerikan ilişkileri son derece tehlikeli bir trajediye doğru çakılmak üzere. Bu Amerika için kötü olacak ama Türk halkı için felaket olacak. Geçen hafta Putin'le falan verilen görüntüye de bakarsanız..."
Türkiye'nin ABD makamlarına sunduğu tonlarca bilgi belge bir yana, ülkede 15 Temmuz'la ilgili açılan davalar da neredeyse bitmek üzere. Jeffrey'in "bağımsız"lığına sığındığı ABD mahkemelerinin önünü açacak olan da ABD yönetimiydi ve bunu tercih etmedi. Peki, ABD'dekiler mahkeme de, Türkiye'deki mahkemeler manav mıydı? Brunson konusunda Türkiye yürütmesine, yargı üzerinde baskı kurması için "emir" vermek, ABD demokrasisinin hangi temel kriterine uymaktadır? Ve tabii ki son cümledeki uyarı: "Bu Türk halkı için bir felaket olacak." Sanki Brunson krizinde yaşanacak döviz manipülasyonu ve diğer yaptırımları öngörürcesine…
Suud'un aksine Türkiye'nin bu ekonomik savaşta teslim olmayı reddetmesi, dünya çapında küresel finans sisteminin sorgulanmasını sağladı. Böyle bir sorgulama zaten vardı ama, ABD'nin beklentisinin aksine, Ankara bu konuda yalnız kalmadığı gibi, ciddi destek de buldu. Bunun nedeni, bu sistemden herkesin ölçüsüne göre acı çekiyor olmasıydı.
Niall Ferguson, "Paranın Yükselişi" adlı çok ilgi çeken kitabında şöyle diyordu:
"Para bir inanç meselesidir. Bize ödeme yapana inanç; ödemeyi yaptığı parayı basana ya da çek ve havalelerine kefil olan kuruma inanç. Para metal parçası değildir. Güvenin, inancın yazılmış halidir. Gümüş, kil, kağıt ya da likit kristal ekran, neye yazılmış olursa olduğu pek de önemli değildir. Maldivler'in deniz kabuklarından, Pasifik'teki Yap Adası'nın taş halkalarına her şey para olarak kullanılabilir."
ABD, Türkiye'ye dönük olarak ekonomik saldırı başlatarak bahsedilen bu güveni, kendisi ve parasına karşı sarsmış bulunuyor. Her yerimizden dolar fışkırdığı ve bunların bir mermi gibi kullanıldığı bir dünyada hangi devlet kendisini güvende hissedebilir?
Başkan Truman 2. Dünya Savaşı'ndan sonra yeni dünya düzeni kurulurken şöyle demişti:
"Hepimiz anlamalıyız ki, ne kadar kuvvetli olursak olalım, her zaman dilediğimizi yapma hakkını kendimizde görmemeliyiz."
Acaba, ABD kurucu babalarda ve Başkan Truman'da sergilenen hikmeti kayıp mı etti? Eğer böyleyse bu hiç de iyi bir haber değil. Çünkü ABD demokrasisinin sağlığı tüm dünya için önemli. Biz antiamerikancılık veya ABD hegemonyası arasında bir dünyada sıkışmış yaşamak istemiyoruz. Bunun ABD halkına da bir faydası yoktur. ABD değerlidir ve bu değeri önce kendisi önemsemek zorundadır. Bu ise, ancak adalet ve demokrasi yüceltilerek, geliştirilerek korunabilir.
Ve ABD; ancak bu şekilde büyük olmaya devam edebilir.