24 Haziran seçimleri ile birlikte Türkiye'de yeni bir dönem açıldı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS) ile Türkiye esasen Parlamenter Hükümet sistemi özelliklerini de kaybetmiş olan eski, verimsiz, vesayete açık kapılar içeren, hantal sistemin yerine, kendi özelliklerine uygun bir yönetim modeline geçmiş oldu. Bu model, 16 Nisan 2017 referandumunda halk tarafından kabul edilmişti. Ancak, 24 Haziran seçimleri de bu modelin oylanması anlamına geliyordu. Eğer millet bu modeli benimsememiş olsa, CHP'yi referanduma sunan Cumhur İttifakı'na, yani AK Parti ve MHP'ye destek vermeyecek, Erdoğan'ı da açık ara farkla yeni sistemin ilk başkanı yapmayacaktı. Ama bu sistem üç seçimde de milletin desteğini kazandı.
Yurtdışı medyada okuduğum seçim analizlerinde, Erdoğan ve Cumhur İttifakı'nın seçimleri kazandığını, lakin seçmenlerin "rasyonel" düşünerek değil, korkuları ile hareket ettikleri yazıyordu. Ne ilginçtir, ana muhalefet partisi CHP de kaybettiği 13 seçime hala bu mantıkla yaklaşıyor. İlk dönem seçim yenilgilerinde öfkelenen CHP, AK Parti'ye oy veren geniş halk kitlelerini "Makarnacı", "Göbeğini kaşıyan adam" gibi ifadelerle aşağılardı. Böylelikle başarısızlığına da bir gerekçe bulmuş olurdu.
CHP 24 Haziran sonuçlarını da aynı şekilde yorumladı. Hatta, seçim yenilgisini medeni biçimde kabul eden kendi adayı Muharrem İnce'yi ise adeta linç etti. "11 milyon oyluk bir fark var, neresine itiraz edeyim, nasıl sokak çağrısı yapayım?" dediği için büyük öfke çekti.
Rasyonel yaklaşıma sahip olmayanların AK Parti seçmenleri değil, CHP'nin kendisi olduğu da ortada. Eğer ilk seçim yenilgilerinde, bundan 16 yıl önce, CHP kendi halkını aşağılamak yerine, rasyonel çıkarımlar yapsa, dersler alsa idi, bugün tablo çok farklı olabilirdi. Ama hala, bu gerçeklerden kopuk bakış açısı muhafaza ediliyor.
Seçmene yapılan en hafif suçlama, cehaletleri. Yurtdışındaki medyada da, seçmenin korkuları ile hareket ettiği, istikrar ve güvenlik korkusu nedeniyle kendisini Erdoğan'a mecbur hissettiği yazılıyor. CHP ve yurtdışındaki bu eğilimin örtüşmesinden, gerçeklerden kopuk bir vaziyet ortaya çıkıyor. Türkiye'de yaşananlar doğru analiz edilemiyor. Bu ikisindeki ortak nokta, herhalde kibir olsa gerek. Yani sandıklardan istenmeyen bir sonuç çıktığında, o sonuç gayrimeşru olmalıdır. Gayrimeşru olabilmesi için de, oy verenlerin "ehliyet sahibi" olmadığı yönünde kampanya yapılırken, öte yandan da seçimlere "hile" karıştırıldığına dair bir altyapı için de çaba gösterilir.
CHP de bu iki yaklaşıma sahip çıkmıştır. 7 Haziran 2015 seçimlerinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinde, özellikle de kırsal kesimde PKK'nın tehditle toplu oy kullandırmasına, telefonla seçmenleri HDP'ye oy vermemeleri halinde ölümle tehdit etmesine ses çıkarmayanlar, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, 20 Temmuz 2016'da ilan edilen OHAL ile örgütün baskısının çokça zayıflamasını bir "demokrasi" sorunu olarak kampanyaya dönüştürmüşlerdir. Böylelikle, seçim sonuçlarının birbirine yakın çıkması halinde, insanların sokağa çıkmasının zeminini hazırlamak istemişlerdir. 24 Haziran seçimlerinden hemen sonra, CHP adayı Muharrem İnce'nin sözleri bunun adeta itirafı gibidir. Yani daha küçük bir fark olsaydı, mesela Brexit'teki 75 bin oyluk bir fark gibi, o zaman sokaklara mı inilecekti?
Açıkçası, Muharrem İnce'nin sokaktan medet uman bir siyasetçi olduğunu düşünmüyorum. Yenilgiyi demokratik bir şekilde kabul ederek onurlu bir davranış sergilemiştir. Ama CHP'nin geri kalanı için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Acaba İnce, o gece kendisini arayarak sokak çağrısı yapmasını isteyenlerin olup olmadığını söyleyebilir mi? Çünkü buna dair iddialar basına düşmüştü.
Tabii, hem CHP örgütü, hem CHP seçmenleri, hem de Batı'da Türkiye ile ilgilenenler arasında, Türkiye hakkındaki algı operasyonlarına kananlar, bilgisi eksik olanlar veya alışıldık kalıplarla olaylara yaklaşan samimi insanlar da çoktur. En azından onların, artık şu noktada, gerçeklerin başka türlü de olabileceği olasılığını ciddiye almalarında fayda var. Türkiye'de bir diktatörlük yok. Türkiyeli seçmenler son derece olgun, rasyonel vatandaşlardır. Demokrasi olgunlukları çok yüksektir. Nitekim son seçimlerde, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı açık farkla ilk başkan seçerken, onun partisine Meclis'te çoğunluk vermemiştir. Ne yapalım şimdi? AK Partili olarak, seçmeni cehaletle mi suçlayalım? Hangi diktatörlükte serbest seçimler olur da, o seçimlerde sözde "diktatörün" partisi çoğunluğu kaybederken, kendisi yüzde 52.59 ile seçilir?
Bizler seçmeni suçlamak yerine, onun bir kuyumcu terazisi hassasiyeti ile oy kullandığını kabul ediyor, oy kaybının nedenlerini kendi hatalarımızda arıyoruz. Seçmen neden Erdoğan ile AK Parti'yi ayrıştırmış, neden yüzde 10'luk bir farka yol açmıştır? (AK Parti seçimlerde yüzde 42.56 oy aldı.) Rasyonel yaklaşım bu değil midir? Ancak CHP, 16 yıldır kesintisiz ülkeyi yöneten bir parti karşısında neden oy kaybettiğini hala sorgulamamakta, kendisini başarılı bulmaktadır. (CHP'nin oyu yüzde 22.65.) Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce de partisinin oylarını geçtiği için kendisini başarılı görmekte, seçimi kaybetmiş olmasına pek değinmemektedir. (İnce'nin oyu yüzde 30.64.)
Tüm bu tablodan görüldüğü üzere, sebebi ne olursa olsun, ister kasti, ister bilgisizlikten, Türkiye demokrasisi ve sosyolojisi hak ettiği analizlere konu olmamaktadır. Batılı birtakım dostlarımız ve CHP ekolü, hala Türkiye'yi doğru okumamakta, demokratik sonuçları kabul etmemekte, dolayısıyla, Türkiye hakkındaki stratejilerini yanlış temellere oturtmaktadırlar.
Oysa Türkiye, bölgesinin kilit devleti olarak, 15 Temmuz'da FETÖ'nün alçak darbe girişimini sivil ve barışçı bir direnişle püskürtmüş, 251 vatandaşımız ise darbeciler tarafından vahşice öldürülmüştü. Eğer 15 Temmuz'da Türkiye'de demokrasi ve istikrar çökmüş olsaydı, bölgemiz, Avrupa ve dünya bu durumdan nasıl etkilenirdi? Avrupa milyonlarca göçmenin sınırlarına dayanmasıyla nasıl bir krize girerdi?
Türkiye dinci radikalizmlere de, seküler terör örgütlerine de çok ciddi darbe vuran bir ülkedir. DAEŞ'in yenilmesinde Fırat Kalkanı operasyonu milat olmuştur. Dört bin civarında DAEŞ'li etkisiz hale getirilmiştir. Bu operasyon, tam da FETÖ yüzünden savaşma kabiliyetini yitirdiği söylenen TSK tarafından 24 Ağustos 2016'da gerçekleştirildi. Yani 15 Temmuz darbe girişiminden sadece kırk gün sonra…
Peki, Türkiye hakkındaki bu seçilmiş körlük ve en hafif deyimiyle bilgisizliğin daha ne kadar sürmesi bekleniyor? Türkiye'nin Ortadoğu ile Avrupa arasında, Anadolu ve Avrupa topraklarında, seküler, Müslüman, demokratik bir hukuk devleti oluşunun, güçlü ordusu, genç nüfusu ve büyük ekonomisi ile ne kadar eşsiz bir değer olduğunun farkına acaba ne kadarlık bir zamanda varılır?
Türkiye'deki demokratik gelişmeler, Ankara'nın politikaları, gittikçe güçlenen, bağımsızlaşan doğrultusu bazı güç odaklarının hoşuna gitmiyor olabilir. Dünya dikensiz bir gül bahçesi de değil. Peki demokratik toplum ve kuruluşlar, bağımsız medyanın, bu kirli mücadelede kullanılıyor oldukları gerçeğini görmelerini beklemek de mi romantik bir yaklaşımdır? Bunu beklemeye hakkımız yok mudur?
Doğrusu, Türkiye öyle veya böyle kendisini başarılı bir şekilde korumaya, makro hedeflerine ulaşmaya devam edecektir. Üstelik bunu, kendisine yapılan türden karanlık yöntemlerle değil, kazan-kazan formülü ile, hukuk ve kurallar çerçevesinde, şeffaf ve meşru biçimde yapmayı sürdürecektir. Ben kısa bir zamanda, Türkiye'nin haklılığının daha çok ortaya çıkacağını, FETÖ'nün başta ABD olmak üzere, onları barındıran, koruyan tüm ülkeler için ne kadar yıkıcı bir terör örgütü olduğunun fark edileceğini düşünüyorum. Tabii aynı şey, PKK ve YPG için de geçerlidir.
Türkiye'nin yükselişinden ürkenler, yanlış yapıyorlar. Türkiye çevresi ve dünya için gerçekten her açıdan faydalı, güvenilir bir dost ve müttefiktir. Dünyada da, devletlerarası rekabetin sömürgeci dönemin kodlarından sıyrılıp, güven esaslı kazan-kazan mantığına oturması dünyanın geleceği için de şarttır. Çok kutuplu dünyaya geçiş yaptığımız bu yüzyılda, eğer 1. Dünya Savaşı'nın hayaletini yeni bir ahlak ve paradigmayla kovalamazsak, dünya daha da yaşanmaz, güvensiz ve korkulu bir yer olacaktır.
Özetle, Türkiye'ye dönük düşmanca, çifte standartlı tavırlar, aslında Türkiye'yi aşan bir dekadansın tezahürüdür. Türkiye'nin elbette sorunları, hataları veya eksikleri vardır. Türkiye'nin eleştirilerden, dostlarının önerilerinden de kazanacağı çok şey vardır. Ancak son beş yılda yaşananların nedeni Türkiye'den değil, demokrasi kültüründeki yozlaşmadan ileri gelmektedir. Bu ikisini birbirinden ayırmak bana hayati bir nokta olarak görünüyor.