Avrupa Parlamentosu, 16 Kasım'da aldığı tavsiye kararında Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin üyelik sürecinin dondurulması çağrısı yapmıştı. Bu tavsiye kararı etkili olmuş olmalıydı ki, Avrupa Parlamentosu bu kez de 6 Temmuz'da Türkiye ile devam eden AB üyelik müzakerelerinin "derhal ve hemen" askıya alınmasını öneren raporu 64'e karşı 477 oyla kabul etmişti. Bu çağrı AB tarihinde bir ilk oluyordu. Zaten Türkiye ile ilgili adaylık sürecinin atmış yılı devirmesi de dahil olmak üzere yaşanan her şey nedense bir ilk olma özelliği taşıyor.
Kati Piri'nin hazırladığı tavsiye kararında 16 Nisan'da kabul edilen "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin bu radikal çağrının temel nedeni olduğu anlaşılıyordu. Hatta, yeni sistemin uygulanması halinde karara göre üyelik süreci mutlaka bitirilmeliydi.
Yani aslında, Avrupa Parlamentosu ile Ankara hükümeti değil, bu değişikliğe 16 Nisan referandumunda "evet" diyen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları karşı karşıya gelmiş olmaktaydı. Venedik Komisyonu 16 Nisan Referandumu içeriği hakkında bir rapor yayınlamıştı ama, bu da bir diğer çifte standart örneği sayılırdı. Başbakan Binali Yıldırım da raporun önyargılı, hatalı ve siyasi bir nitelikte olduğunu ifade etmişti.
Bu rapor önemliydi... Gerçekten de referandum sürecinde tamamen kamuoyunu etkilemek adına, maddi hatalarla ve "Hayır" blokunun siyasi argümanlarıyla doluydu. Birkaç tanesini, bu referandum paketini olgunlaştıran TBMM Anayasa Komisyonu üyesi bir milletvekili olarak hatırlatmak isterim.
Örneğin raporda Anayasa değişikliği paketinin TBMM'deki oylamalarının gizli yapılmadığı ileri sürüldü. Oysa vekiller kapalı bölümde oy kullandılar, gizliliği CHP'lilerin korsan kameraları ihlal etti. Kaldı ki, tüzüğe göre, kapalı bölümde kullanma diye bir kural bile yoktu. Sadece oylar zarfa konur ve sepete atılır denmekte. TBMM'deki gerginliğin "gizliliği ihlal" tartışmasından çıktığı ileri sürüldü. Ama gerginlik, CHP'li vekillerin saldırganlığı yüzünden çıkmıştı. Eski CHP'li bağımsız vekil Aylin Nazlıaka kendisini kürsüye kelepçeledi ve çıkan arbedede CHP ve HDP'li vekiller kürsüyü yıktı. Hepimizin gözü önünde CHP Antalya Milletvekili Niyazi Nefi Kara, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Fatih Şahin'in arkasından yaklaşarak burnunu kırdı. Rapor bunlardan hiç bahsetmiyordu.
Yine aynı raporda Anayasa değişikliği paketinin, TBMM'de oldu bittiye getirilerek geçirildiği iddia edildi. Oysa değişiklik benim de üyesi olduğum komisyonda 11 gün, Meclis Genel Kurlu'nda 9 gün süren toplantılarla madde madde görüşüldü. Sadece Genel Kurul'da CHP'li 91 vekil 325 kez, HDP'li 12 vekilin ise 44 kez söz aldığından bahsedilmedi. Hakimler ve Savcılar Kurulu'nun 7 üyesinin TBMM tarafından seçilmesinin bağımsızlığı ihlal edeceği öne sürüldü. Dünyanın çoğu gelişmiş demokrasilerinde Anayasa Mahkemesi ve yüksek yargı kurulları, meşruiyeti halka dayanan Cumhurbaşkanları, başkanlar ve Meclislerin seçimi ile oluşur. Hollanda'da mesela kraliçe atar. Türkiye'de eskiden bu önemli kurullar, yüksek yargının kendi arasında atamasına dayanır, bu şekilde darbelere destek çıkan ideolojik yargı oluşurdu. Komisyonun böyle demokratik bir maddeyi bile olumsuz bulması ilginçti. Çünkü 2010'daki Venedik raporunda HSYK üyelerinin TBMM tarafından seçilmesi önerilmişti. Son olarak Cumhurbaşkanlığı kararnamelerine karşı yargı denetimi olmadığı iddia edildi. Oysa Cumhurbaşkanı kararnamelerinin hem Anayasa Mahkemesi, hem de Danıştay tarafından denetlenebilecek olması paketin reformlarından birisiydi. Bu kararnameler Meclis tarafından da düşürülebiliyordu.
Yani hem Venedik Komisyonu, hem de Avrupa Parlamentosu yaklaşımları, maddi birçok hataya sahip olmakla birlikte, daha da kötüsü, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının demokratik tercihleri üzerinde bir güç olarak kendisini algılıyordu. Üyelik sürecini sonlandırmak gibi bir arzuyu da, yaptırımı olmasa bile karara bağlıyordu. Bu tavrın kendisi tamamen siyasi bir tutumdu. Kimse bu anormallikten bahsetmedi.
3 Ağustos'ta Alman kamu kanalı ARD'ye gündeme ilişkin açıklamalarda bulunan Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker Türkiye ile AB arasında yürütülen üyelik müzakerelerinin bitirilmesinden yana olmadığını söyledi. Alman kamu kanalı ARD'ye gündeme ilişkin açıklamalarda bulunan Komisyon Başkanı Juncker, "Türkiye ile AB arasındaki üyelik görüşmelerinin dürüstçe bitirilmesi gerekmez mi?" sorusuna "Ben öyle düşünmüyorum" dedi. (Keşke öyle düşünseydi, daha tutarlı olurdu.)
Türkiye'ye dönük ciddi ve irrasyonel, hatalı bilgilere, önyargılara ve çoğunluk Erdoğan fobisine dönük şu ortamda Juncker'in sözleri genelden olumlu manada ayrışıyor denebilir. En azından, üyelik sürecinin sonlandırılmasına dönük ikna olmuş eurokratların arasında daha sağduyulu bir başlık bu. Biliyorsunuz, Alman Hükümeti Alman Dışişleri Bakanı eli ile AB'ye, demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinin korunmasını sağlamak gerekçesiyle Türkiye'ye yönelik ekonomik baskıyı artırmasını talep ettiği bir belge ilettiği ortaya çıkmıştı. Merkel yönetiminin, Türkiye'ye üyelik müzakereleri çerçevesinde yapılan mali yardımın gerektiğinde tamamen kesilip kesilemeyeceğini araştırmasını ve gümrük birliğinin modernizasyonuyla ilgili Türkiye ile görüşmelerin dondurulmasını talep ettiği böylelikle öğrenilmiş oldu. Almanya Dışişleri Bakanı Gabriel, Temmuz ayı ortasında Türkiye ile ilişkilerde gösterilen sabrın sonuna gelindiğini belirterek Almanya'nın ilk etapta Türkiye'ye yönelik üç ayrı noktada farklı adımlar atacağını açıklamıştı.
Ne iyi ki, bu mektuba AB'den gelen cevaplar sağduyulu idi. AB Komisyonu Başsözcü Yardımcısı Mina Andreeva, spekülasyonlara ilişkin yorumda bulunmayacağını, ancak geçen hafta AB-Türkiye Yüksek Düzeyli Diyalog Toplantısının yapıldığını hatırlatarak, "Gümrük Birliği'nin güncelleştirilmesi bizim (üye ülkelere) teklif ettiğimiz bir şey" dedi. Sözcü Carlos Martin Ruiz De Gordejuela ise, AB'nin Türkiye'yle ilişkisinin devam etmesinin son gelişmeler çerçevesinde gerekli olduğunu, katılım fonlarıyla reformlar, temel haklar, hukukun üstünlüğü gibi alanlara odaklanıldığını söyledi.
Zaten Avrupa Birliği Merkez Bankası Türkiye'ye dönük kredileri son dönemde dörtte bir oranında düşürmüştü. Ancak bunun yanında, AB Türkiye'ye taahhüt ettiği ve mültecilere dönük mali yardım yükümlülüğünü yerine getirmiyordu.
Juncker'in önce olumlu açıklamalarına bakalım.
Juncker de Andreeva'nın "spekülasyon" sözcüğünü tercih ettiği mali yardımlar konusunda Alman hükümetini yalanlıyordu. Juncker AB'nin Türkiye'nin üyeliğe hazırlanmasına yönelik öngörülen mali yardımlar konusunda titiz davrandığını kaydediyor, basında AB'nin Türkiye'ye büyük paralar aktardığı yönündeki haberlerin gerçeği yansıtmadığını söylüyordu. Juncker, söz konusu 3-4 milyar Euro'dan sadece şu ana kadar 189 milyon Euro'nun ödendiğini belirtti.
Çelişkiler ne kadar açık değil mi?
Ancak Juncker hem Gümrük Birliği konusunda "ikilemde" olduğunu söylüyor, hem de "Türkiye'nin adım adım, bazen de büyük adımlarla AB'den uzaklaştığını" düşünüyor. Bununla birlikte onun farkı AB ile Türkiye arasındaki müzakerelerin, üyelik konusunu ön plana çıkartmadan sürdürülmesinden yana olması. Gerekçesi de, Ankara'da olması gereken sorumluluğun yükünün AB'ye taşımanın akıllıca bir politika olmayacağı…
Aslında Juncker, daha sağduyulu konuşsa da, AB'nin Türkiye'ye dönük tutumuna yapıcı bir özeleştiri getiremiyor. Ortada her şeyi ile hatalı ve suçlu tek bir ülke resmi olması kimsenin garibine gitmiyor. En haklı, en kritik ve zor durumda bile hata öznenin birisinde olamayacağını bildiğimiz halde, AB ciddi bir akıl tutulması ile karşı karşıya. Herhalde bu dönemin özelliği bu. Ama tatsız.
Juncker şunu demiş oluyor: Türkiye son atmış yılda olduğundan daha da geri bir pozisyonda, yani üyeliğin bile konuşulmadığı bir muğlak çerçeve içinde, AB'nin tek taraflı etki alanında kalmaya devam etsin. Avrupa'yı büyük bir felaketten koruma amaçlı, sadece AB kontrolünde mültecilere doğrudan harcanacak 3-4 milyar avro gibi küçük bir rakamı bile verme sözünde durulmasın. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının demokratik tercihleri üzerinde hatalarla, önyargılarla dolu, siyasi raporlarla vesayet kurulsun, hatta Türkiye'de AB'nin hoşuna giden bir siyasi dizayn olsun.
Juncker'in "Ankara'da olması gereken sorumluluğun yükünün AB'ye taşımanın akıllıca bir politika olmayacağı" sözü de Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın AB'nin çifte standardı ve üyelik sürecini sündürmeye dair "Artık bir karar verin" çıkışlarına dönük. Erdoğan, "Bu ilişki bu şekilde devam edemez. Başlıklar açılmalı, süreç ilerlemeli ve sürecin somut bir vadesi olmalı. Olmazsa da, bizim için de dünyanın sonu değil. Ama AB artık Türkiye hakkındaki kararını vermeli" demişti.
Juncker, pragmatist bir yaklaşımla, Türkiye'nin geçmiş atmış yılın da altındaki bir pozisyona indirilmesini, üyelik sürecinin üyelik sözcüğünün bile kullanılmadığı bir belirsizlik içinde sürdürülmesini, ilişki bitecekse, bunun siyasi sorumluluğundan AB'nin kaçınması gerektiğini ifade ediyor.
Bu çok sorunlu ve Türkiye'nin hele bundan sonra asla kabul etmeyeceği bir teklif. Türkiye AB değerleri ile kavgalı da, ona karşı da değil. Ama Türkiye AB'den dürüst, açık ve eşit bir ilişki talep ediyor. Sanırım yeni olan ve kabul edilmeyen durum bu. Öte yandan Almanya'nın Türkiye ile giriştiği siyasi mücadelede AB kurumlarını ciddi oranda etkilediği/kullandığı ortaya çıkıyor. Almanya'nın tavrı Türkiye'nin AB üyeliği sürecinden başka dinamiklere dayanıyor, ama ciddi etkili gözüküyor.
Türkiye böyle çifte standartlara, düşük profilli, tek yönlü pragmatizmle yüklü tavırlarla bir atmış yıl daha geçirmeyecek.
AB ile gerçek bir konuşmaya başlanması için, AB'nin Türkiye hakkında gerçeklerle yüzleşmesi gerekecek. Olmazsa, Erdoğan'ın dediği gibi, bu Türkiye için dünyanın sonu olmayacak.
AB'nin bu sorumluluktan kaçmasına da Türkiye müsaade etmeyecek.