Başbakan Binali Yıldırım'ın da dediği gibi, Ortadoğu'da ihtiyacımız olan son şey yeni bir krizdi. Suudi Arabistan'ın başını çektiği ve şu an sayısı ona ulaşan ülke, Katar'a abluka başlatmasıyla bu kriz tetiklenmiş oldu. Böylelikle Filistin meselesi, Suriye iç savaşı ve Irak'taki Daeş işgali, Yemen'deki sıkıntılı durumun yanında, Körfez'de tehlikeli bir sürece evrilme kapasitesi olan Katar konusu da bu coğrafyanın sırtına yüklenmiş oldu.
Dünyada birçok bölgede ciddi sorunlar söz konusu. Ancak, özellikle üç bölgede tansiyon yükselmiş durumda. Bunlardan ilki Ortadoğu şüphesiz. Diğer iki bölge ise Ukrayna krizi ile Rusya'nın Batı sınır hattı ve Kuzey Kore/Güney Çin Denizi'ndeki gerilim hattı.
Her üçünde de aslında karşı karşıya gelen temel aktörler aynı. Bunların başında ABD ve Rusya geliyor…
Hiçbirimizin dilemediği türden bir 3. Dünya Savaşı'nın çıkma ihtimali bu üç potansiyel hatta birikmiş gözüküyor. İkinci Dünya Savaşı'nın galiplerinin ortaya koyduğu dünya düzeni SSCB'nin yıkılması, küreselleşme, enformasyon devrimi, Endüstri 4.0 dönemine geçilmesi, bilişim sektöründeki ilerlemeler ve tabii ki bilgi tekelinin kırılması ile kararsız bir sürece girmiş durumda.
Ülkeler arası rekabet ve hakimiyet mücadelesinde terör örgütlerinin kullanılması Soğuk Savaş döneminde de görülmekteydi. Ancak son dönemde vekalet savaşları üzerinden bu kirli yöntemin kurumsallaştığı görülmekte.
Terör örgütleri, yaralı, istikrarsız bölgelerde elverişli yaşam alanları bulmakta. Söz konusu ülkelerde halkların güvende ve refah içinde yaşamadığı şartlarda, mezhepsel, etnik veya sınıfsal sorunlar ya sıcak çatışmaya, ya da terör örgütlerinin varlığına neden olmakta. Bazı ülkelerdeki göreceli istikrar ise, yakın geçmişte Suriye'de Esed örneğinde olduğu gibi, zalim yöneticilerin zalim yönetimleri sayesinde mümkün olmuşken, Arap Baharları bu "görece" istikrarı da ortadan kaldırmış görünüyor.
Kısaca demokrasisi/ekonomisi zayıf ülkeler, ya iç savaşın pençesine düşmüş durumdalar, ya da bu duruma aday kritik bölgeler. Bu bölgelerin de çoğunluk eski sömürge ülkeleri olduğu ortada. Yani Batılı ülkelerin, bu ülkelerin demokrasi ve istikrara kavuşmasında sorumlu davranması her açıdan bir görev.
Ancak, maalesef bu görev yerine getirilmiyor. Getirilmediği gibi, "iyi", "kötü" terör örgütü ayrımı yapılmaya, "iyi" olarak görülenlerin de meşru kabul edilmeye çalışıldığı göze çarpıyor. ABD'nin PKK'nın Suriye kolu olan YPG ile Rakka operasyonuna girişmesi ve silah yardımı yapması, yine bu örgüte dönük Batı ülkeleri tarafından gösterilen yakınlık buna bir örnek. Öte yandan, Katar ise terör örgütlerine destek olduğu iddiasıyla ablukaya alınıyor.
Bu durum tuzun koktuğu yer olarak ortaya çıkıyor. Ortak terör örgütü tanımını yitirmiş durumdayız ve bu dünya için çok riskli bir durum. Terör örgütleri ile çalışılmaya başlandığı noktada, bu örgütlerin zaman içinde hangi amaca, hangi hedefe yönelecekleri, hangi gücün etkisine girecekleri de öngörülemez. Nitekim SSCB'nin Afganistan işgalinde desteklenen radikal örgütlerden gelinen nokta, 11 Eylül saldırısı oldu. Bu bataklıktan El Kaide, Daeş gibi birçok yıkıcı örgüt türedi.
Dikensiz bir gül bahçesinde yaşamıyoruz. Dünyadaki kısıtlı kaynakları kontrol etme, teritoryal hakimiyet mücadelesi yok sayılamayacak temel dinamiklerden birisidir. Dünya tarihinde, özellikle endüstri devriminden itibaren bu mücadele "böl/yönet" ve "işgal et" mantığı çerçevesinde gelişti. Ortadoğu petrol ve doğalgaz kaynakları, Afrika gibi bölgeler de zengin yeraltı ve yerüstü kaynakları yüzünden çok kan akan, sömürgeleştirilen, sömürge döneminden sonra da uzaktan kontrol edilen acılı coğrafyalar oldular.
Bugün de bu mücadelenin çok farklı ve sarsıcı bir döneminden geçiyoruz. Öte yandan, tüm bu karanlık hikayenin yanında, insan uygarlığının parlak bir demokrasi ve bilim hikayesi de var. Zor olan, bu paylaşım mücadelesinin, demokrasi değerleri ve insan erdemi ile farklı bir paradigmaya oturtulması. Hakimiyet mücadelesi, zayıf veya hedef seçilen ülkelerde darbe yaptırılarak, mezhep ve etnik savaşlar, terör örgütleri üzerinden vekalet savaşları çıkartılarak mı verilecek, yoksa daha makul bir çerçeve oluşturmak mümkün mü?
Tabii ki mümkün... Ortak bir terör tanımında birleşmek, istikrarsız ülke ve bölgelere barış getirmek, böylelikle kazan-kazan formülünde ortaklaşmak, daha adil bir uluslararası sistem yapılanmasına gitmek, yeni bir Ortadoğu hukuku geliştirmek sorunların kökenine inmeyi ve çözmeyi mümkün kılacaktır.
Ancak ülkeler, özellikle de güçlü ülkeler, zorlanmadan veya bir fayda görmeden böyle bir yola sapmıyorlar. Geçmişten de biliniyor ki, krizler birike birike büyük bir savaşın koşullarını hazırlıyor. Avrupa Birliği gibi bir ideal, aslında kıtada birkaç yüzyıldır dile getirilmişti ama, iki dünya savaşında kıta utanca mahkum olmadan bu mümkün olmadı.
Şimdi de Katar krizi 1. Dünya Savaşı'nı başlatan Arşidük Ferdinand'ın suikastına benzetiliyor. Oysa bu cinayet fitili ateşleyen son hamleydi. Savaş şartları adım adım oluşmuş ve çözüm için savaş dışında bir yol kalmadığına ikna olunmuştu.
Bir Üçüncü Dünya Savaşı'ndan geriye bir şey kalmayacağını bildiğimiz noktada, acaba bu gidişatı soğukkanlılıkla durduracak sağduyuya sahip değil miyiz? Senaryosu, sonu belli bir oyunun nesneleri mi olduk? Dünyanın kendisini yok etmesini seyretmekten başka yapılacak bir şey kalmadı mı?
Ben bu kadar kötümser değilim. Sadece, şu anki durumun varacağı noktayı ve hakim olan "başka türlüsü mümkün değil" önyargısının geçersizliğini anlatmak için bu cümleleri kuruyorum. Ama risk büyüktür. Gidişat hiç iyi değildir.
Dünyanın, demokrasi açığını, gelir adaletsizliğini ve terör örgütlerinin yükünü daha fazla taşıyamayacağı bir döneme girdik. Mülteci sorunları ve terör örgütleri başta olmak üzere, sorunu kaynağında çözmek dışında dünya için daha pozitif bir gelecek yok. Ülkelerin kendi ulusal menfaatleri ve rekabet mücadelesi ile bu anlayışı melezleştirmek önümüzde duran en büyük ödev.
En büyük sorumluluk da, en büyük, güçlü ve zengin ülkelere düşüyor. Küçük bir köye dönüşen dünyamızda olan her şeyden etkilenmeye sonuna kadar açığız. Ahlaki olmasa bile, bu etki nedeniyle rasyonel olan yeni ve daha yumuşak hakikatlere dayalı bir dünya düzeni üzerine çalışmak olacaktır. Bunun tecrübesi, kaynakları ve bilgisine de sahibiz. Özetle başımıza gelecek olanların tüm sorumluluğu da bizim olacaktır.
Dünyamız gezegen dışı büyük bir tehditle karşı karşıya kalsaydı, tavrımız ne olurdu? Herhalde, bütün sorunlar bir kenara itilir, bu tehdit karşısında güç birliği yapılırdı. Etnik, dini, coğrafi, ekonomik, ideolojik farklar anlamsızlaşır, insan uygarlığının büyük ailesinin eşit birer üyesi olduğumuz fark edilirdi.
Peki şu anda, dünyayı tehdit eden bu büyük risk karşısında ön almak için eksik olan ne? Tehdit ciddiye mi alınmıyor, yoksa irade oluşturmakta mı zaaf var? Sanırım her ikisi de geçerli. Umarım bu sorular bir entelektüel faaliyet özelliği olarak kalmaz ve gittikçe dünya gündemine oturur. Ve umarım bu büyük bedeller ödenmeden gerçekleşir.