Aslında hükümet sistemleri bilgisayarın işletim sistemleri gibidir. Bilgisayarın kendisi eğer vatandaşına hizmet üretmekle sorumlu devlet teşkilatı ise, bunun hangi esaslara bağlı olarak çalışacağı da bir demokrasi/sistem meselesidir. Devlet aygıtının görev, yükümlülük ve sınırları da anayasalarla belirlenir. Her anayasa, güçler ayrılığı, vatandaşların hak ve özgürlüklerini tesis etmek, sosyal devlet olmak gibi evrensel kriterlere sahip olması gerektiği gibi, kendi özgün siyasi, sosyolojik motiflerini de taşır. Çünkü anayasalar, bireyin ve toplumun devletle olan sözleşmesidir. O toplumun özelliklerinin, tarihinin anayasalara yansıması kaçınılmaz ve doğal olandır
O nedenle, yukarıda sayılan evrensel kriterler aranmakla birlikte, tek bir şablonun tüm dünyada geçerli olması toplumlara dayatılamaz. Anayasalar da insanlar gibi kendi evrimlerini geçirirler. Ne iyi ki, dünya geneline baktığımızda anayasacılık demokrasi açısından geriye değil, ekseriyetle ileriye doğru gitme eğilimindedir. Değişen şartlar anayasalarda bazı değişiklikler yapılmasını gerektirdiğinde, toplumun ihtiyaçlarına uygun bir değişim kendisini dayatır. Ya da antidemokratik bir yönetimden (Güney Afrika'da olduğu gibi) daha demokratik bir düzene geçildiğinde de ilk yapılan şey bunun anayasada garanti altına alınması olmaktadır. Tabii ki bir ülkede bir askeri darbe olduğunda da, maalesef bundan ilk etkilenen yine anayasa olmaktadır.
Türkiye'nin de kendisine has bir demokrasi yolculuğu var. Şu anki anayasası da aslında bu yolculuğun özeti gibidir. Birinci Dünya Savaşı'nda nihai yokoluşu saygıdeğer bir milli mücadele ile önleyen millet, 1920 Anayasası'nı çoğulcu bir şekilde yapmış, daha sonra cumhuriyetin ilanı ile de İkinci Meclis ile bu anayasasını daha lider odaklı olarak değiştirmişti. Seçilen sistem parlamenter sistemi andırıyordu. Andırıyordu diyoruz, çünkü anladığımız türden bir güçler ayrılığı yoktu. Milli mücadeleyi veren Atatürk ve arkadaşları tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Fırkası'nin (CHF) tek parti olarak bulunduğu, güçlerin Meclis'te birleştiği bir Meclis hükümetiydi söz konusu olan. Ancak dönemin şartları itibarıyla da bu durum çok garipsenmiyordu. Daha çok bir geçiş dönemi olarak algılanmaktaydı.
Türkiye faşizmin yenildiği 1945'li yıllara birkaç başarısız çok partili rejime geçme denemesi ile bu şekilde ulaştı. Naziler yenildiği ve Türkiye Batı dünyası yönünde tercih yaptığı içindir ki, 1946 yılında çok partili sisteme geçmeye karar verildi. Konjonktür artık tek partili bir sistemi kabul etmiyordu. Bu ilk seçimler, eski CHP'liler tarafından kurulan Demokrat Parti'nin gündeme oturmasını sağladı. Birkaç küçük parti daha sahneye çıksa da, çok partili hayata daha çok CHP'nin en büyük rakibi olacak olan Celal Bayar'ın kurduğu Demokrat Parti damgasını vuracaktı.
Ancak bu seçimler, CHP'nin seçim yasasını antidemokratik şekilde değiştirmesi ile gölgelendi. İl valileri aynı zamanda CHP İl başkanları olduğu için, oylar valilikte toplanıyor, şeffaf sandıklarda oylar açık şekilde kullanılıp, gizli şekilde sayılıyordu. Nitekim bu baskılar neticesinde patlama yapması beklenen DP, 61 milletvekilinde kaldı. Daha sonraki genel seçimler 1950'de yapıldığında, CHP yine seçim kanununu değiştirerek, bir seçim bölgesinde en çok oyu alan partinin o seçim bölgesinin çıkarttığı tüm milletvekillerini kazanması kuralını getirdi. Bu şekilde kendisine çok güvenen ve devlet olanakları elinde olan CHP, tüm milletvekillerini almayı hedefledi. Ancak bu kural milletin büyük bir oranda DP'yi tercih etmesinden ötürü DP'ye yaradı. 487 kişilik Meclis'in 416 koltuğunu DP, 69'unu ise CHP kazandı. (Millet partisi 1, bağımsızlar da 1 koltuk almışlardı.)
İşte aslında Türkiye'nin hükümet sistemi olarak parlamenter sisteme en yakın olacağı dönem böylelikle başlamış oluyordu. DP'li geçen 1950-1960'lı yıllar, Adnan Menderes'in güçlü başbakanlığında yaşandı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ise sembolik cumhurbaşkanlığı görevini yürütüyordu.
Ancak CHP'nin başını çektiği statüko ve onun aparatları, 27 Mayıs 1960 tarihinde askeri darbe yaptı. Bu darbenin sonucunda Türkiye demokrasi tarihinin en derin travmasını yaşadı. Başbakan Menderes ve iki bakanı diğer 9 kişi ile birlikte ya asıldı, ya da cinayete kurban gitti. Türkiye kendi seyrinde demokrasisini geliştirme imkanından mahrum kalıyor, Avrupa'nın ciddi çıkış yakaladığı bir dönemde kendi içine kapanıyordu. Bundan sonraki seçilecek her siyasinin tepesinde artık idam ipi sallanacak, vesayet sürekli bir kural haline gelecekti.
Millet önüne her sandık geldiğinde, düzeni demokratikleştireceğini umduğu parti ve lidere oy veriyordu. 1961 darbe anayasasından sonra, Demokrat Parti'nin devamı olarak algılanan Adalet Partisi'ni rekor oyla hükümet yapmış, ancak bu hükümetin önü de 1971 Askeri darbesi ile kesilmişti. 1961 Anayasası'nda seçilmişler üzerinde baskı kuracak şekilde bazı kurumlar yaratıldı. Öyle ki bunlar devlet gücünü kullanarak gerektiğinde seçilmişlere müdahale etsinler. İdeolojik bir yargı bunun en önemli ayağı haline geldi. Bu vesayet kurumları anayasaya girdikleri oranda, aslında Türkiye parlamenter sistemden uzaklaşmış, kendisine has bir kaotik sistemi inşa ediyor oldu.
Ancak en büyük hasar, 11 Eylül 1980 darbesinden sonra yaşandı. 1982 anayasasında, ki hala onu kullanıyoruz, yürütme ikiye parçalandı. Darbeci generaller, cumhurbaşkanlığı makamını sembolik olmaktan çıkartarak, onu yürütmeye ortak ediyor, aynı zamanda da "yargılanamaz" kılıyordu. Artık cumhurbaşkanı hem hükümetin ortağı olacak, hem de yasal olarak ömür boyu dokunulmaz kılınacaktı ve öyle de oldu.
Hesap edilen şey, gelişen dünya şartlarında artık her on yılda bir tankları sokağa çıkartıp bir ara rejim dönemi yaşatmak pratik ve saygıdeğer bulunamayacağı için, sistemin içine kalıcı bir vesayet makamı yerleştirmekti. Zaten ilk Cumhurbaşkanı darbeyi yapan General Kenan Evren oldu ve genellikle de böyle olacağı hesaplandı. Cumhurbaşkanlarını Meclis seçiyordu ama Meclis'i baskı altına almak, kendi istedikleri adayları Cumhurbaşkanı yapmak her zaman mümkündü.
28 Şubat 1997'de istenmeyen bir hükümet kaolisyonu olan Refah-Yol hükümeti, bu vesayet organları işletilerek düşürüldü. Bu darbe tarihimize bu yüzden "postmodern darbe" olarak geçti. Askerin baskısı, iş çevreleri, üniversiteler, tekel oluşturmuş medya ve o günün Cumhurbaşkanı Demirel'in katkısıyla dindar Başbakan Erbakan tuzağa düşürülerek yönetimden uzaklaştırıldı. Hatta darbeci bir general "28 Şubat düzeninin bin yıl süreceğini" ifade ederken, aslında sadece silahlı güçlere değil, bu hükümet sistemi ve anayasadaki vesayet kurumlarına güvenerek konuşuyordu.
Ancak öyle olmadı. Millet 28 Şubat'tan beş altı yıl sonra, Refah Partisi'nin içinden çıkan AK Parti hareketini iktidara getirdi. Tarih 3 Kasım 2002 idi. Bu gelişmeden sonra statüko sürekli olarak her türlü organıyla bu hükümeti düşürmek için hamle yaptı. Sayın Erdoğan bir şiir okuduğu için hapse atıldı, siyasi yasakla önü kesilmek istendi. Ancak tüm bunlar başarısız olacaktı.
2007 yılına kadar Cumhurbaşkanı olarak statükonun adamı olan bir kişi görevdeydi. Bu Cumhurbaşkanı önüne gelen neredeyse her yasayı veto ederek, atamaları imzalamayarak 1982 Anayasası'nın kendisine verdiği yetkileri seçilmiş hükümetin dengesini bozmak üzere kullandı. Ancak görev süresi dolmak üzereydi ve 27 Nisan 2007'de yeni cumhurbaşkanını seçmek üzere ilk tur yapılacaktı. AK Parti, ilk iki turda olmasa bile (çünkü 367 oy gerekiyordu), 3. turda kendi adayını seçebilecek çoğunluğa sahipti.
Yargının yüksek kurumları içine yerleşmiş olan vesayet yanlıları, anayasada olmayan bir kuralı yaratarak 367 kişinin Genel Kurul'da bulunmaması halinde seçimin yapılamayacağına dair bir kampanya başlattılar. AK Parti bunu dinlemeyip ilk turu 27 Nisan'da gerçekleştirdiğinde, o gece asker devreye girdi ve 27 Nisan muhtırasını verdi. Yani hükümete karşı darbe kartını açtı. CHP bu tehdit sürecinde yine başrol oynamış, muhtıraya destek vermişti.
Eğer AK Parti bu tehdit karşısında geri adım atmış olsaydı, ki beklenen oydu, tarihimizde bir postmodern darbe daha yaşamış olacaktık. Öyle olmadı ve AK Parti geri adım atmayarak erken seçimlere gitti. Millet AK Parti'yi yüzde 47 oy vererek korumaya aldı. AK Parti oluşan yeni Meclis artimetiğinde MHP'nin Genel Kurul'a gelmesiyle adayını 11. Cumhurbaşkanı olarak seçti.
Bununla da kalınmadı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kriz olmaktan çıkartmak ve vesayetin elinden kurtarmak adına, bir anayasa değişikliği hazırlayarak referanduma götürdü. Buna göre artık cumhurbaşkanlarını doğrudan halk seçecekti. Ekim 2007'deki referandumda yüzde 70 Evet ile bu değişiklik gerçekleşti. Çünkü 367 kuralı göstermişti ki, Meclis bile iradesini kullanamıyordu. Milletvekilleri ilk turda odalarına kilitlenmiş, küçük partiler baskı altına alınmıştı. Bunu aşmanın yolu yüzde 50+1 ile bu makamı millete teslim etmekti.
İşte 16 Nisan'da yapacağımız referandum, 2007 yılında yarım kalmış işin tamamlanmasıdır. Esasen Türkiye'nin en önemli demokratikleşme hamlesidir. Aynı zamanda parçalanan yürütmeyi de birleştirmek yönünde önemli bir sistem normalleşmesidir.
Çünkü bu gel-gitli demokrasi/vesayet hamleleri ile ortaya çıkan hükümet sisteminin devamı mümkün değildir. Şu anki tabloya göre, yürütmenin ikisi de millet tarafından seçilen iki lideri vardır. Birisi genel seçimlerle Meclis'in içinde çıkan Başbakan, diğeri de artık doğrudan millet tarafından seçilen, güçlü yürütme yetkileri olan ve aynı anda Başbakan'ın aksine yargılanamaz kılınan Cumhurbaşkanıdır.
Türkiye Cumhurbaşkanlığı sistemi ile yürütmeyi Cumhurbaşkanlığında birleştiriyor, Meclis'in dışında çıkartarak güçler ayrılığını tesis ediyor. Eğer teklif kabul edilirse, artık milletin önüne yasama için ayrı, yürütme için ayrı iki sandık gelecek. Millet bir sandıkta Meclis'i, yani kanun yapan yasamayı seçerken, diğer sandıkta da yürütmeyi, yani Cumhurbaşkanı'nı seçecek. Cumhurbaşkanı artık her eyleminden ötürü yargıya hesap verebilir hale gelecek.
Bu değişiklik görüldüğü gibi birden ortaya çıkan bir sürpriz değildir. Türkiye'nin doğal hikayesinin doğal bir demokratik sonucudur. Sonuca millet karar verecek ve bu sonuç her şekilde saygıdeğer bulunacaktır.
Dolayısıyla Avrupa ülkelerinin bazılarında Evet'e karşı gösterilen faşizan tavırlar, hayır yönündeki açık destek, açıkça bir egemen ülkenin içişlerine ve demokrasisine müdahale anlamı taşır. Hele Türkiye 15 Temmuz darbe girişimi ve terör örgütleri karşısında bu kadar yalnız bırakılmış, hatta darbeciler sempati ile desteklenmişken, bu türden bir müdahalenin Türkiye tarafından normal karşılanması beklenemez.
Türkiye'nin demokratikleşmesi sadece kendisine değil, Avrupa ve dünyaya da önemli bir katkı olacaktır. Türkiye Batı dünyası içinde demokratik, istikrarlı ve laik bir Müslüman ülke olarak değeri tartışılmayacak önemdedir. Bu önemi ıskalamak ve konjonktürel çürümeye teslim olmak, Türkiye'ye değil, dünyaya zarar verir.
Batı'da bunu anlayacak çok ciddi bir kamuoyu olduğunu biliyorum. Tek temennim bu sağduyunun etkili hale gelmesi, ilişkilerin normalleşmesidir. Ancak Türkiye her türlü şartta kendi değerli hikayesini yazmaya devam edecektir.