Almanya ile yaşanan gerilim Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel'in akıl almaz tehditleri ile yeni bir boyut kazandı. "Hukuki güvencenin olmadığı bir ülkede hiç kimseye yatırım yapması tavsiyesi veremeyiz" diyen Gabriel, Alman ihracat kredi garantilerinin yeniden gözden geçirileceğini söyledi. Alman vatandaşlarına Türkiye'ye yönelik seyahat uyarısının sertleştirileceğini de açıklayan Gabriel, ayrıca Türkiye'ye yönelik AB'nin mali yardımlarının gözden geçirilmesinin önemli olduğunu vurguladı.
Gabriel'in bu açıklamalarına Şansölye Merkel de destek açıklamasında bulundu. Gabriel, önemli bir detay olarak, yaptığı açıklamalar hakkında SDP Genel Başkanı Schulz başta olmak üzere muhalefet partileri ile istişare edildiğini ve destek alındığını da ifade etti.
Peki Gabriel'in bu açıklamalarının nedeni neydi? Gabriel, aralarında bir Alman vatandaşının da bulunduğu bir grup şüphelinin Marmara Denizi'nde bulunan Büyükada'da yaptıkları bir toplantı sırasında gözaltına alınmaları ve bir kısmının da sonrasında tutuklanmaları nedeniyle Türkiye'ye karşı deyim yerindeyse "bayrak açmıştı."
Gabriel, 15 Temmuz darbe girişimine dönük yargılamalar hakkında da "maalesef bu darbe girişiminin yaşandığını ancak bu olayın ardından ortaya çıkan uygulamaların uluslararası hukuk kurallarıyla örtüşmediğini" söylemekten geri durmadı. Alman istihbaratı BND'nin başındaki Şef Bruno Kahl da 15 Temmuz darbesinin ardında Gülen'in bulunduğuna dair bir kanıt olmadığını ileri sürmüştü.
Bu sözleri en hafif deyimle çifte standartla değerlendirmek mümkün. Almanya adeta koruma altına aldığı FETÖ ve PKK terör örgütü üyeleri konusunda Türkiye'nin haklı taleplerini bağımsız Alman yargısına müdahale edilemeyeceği ile savuştururken, Türkiye yargısının pratikleri karşısında hükümeti yargıya müdahale etmemekle itham ediyor. Kendisini yargıç yerine koyarak, Türkiye'de süren davalar hakkında peşin hükümler ifade ediyor.
Kaldı ki, 15/16 Temmuz'da yaşanan darbe girişimi de, PKK'lıların katlettiği masum insanlar da, Türkiye'nin bir iç meselesi. Yani Türkiye'nin bu konudaki Almanya'dan talepleri, Almanya'nın Türkiye'yi ilgilendirmeyen iç meseleleri hakkında değil. Suçluların, teröristlerin uluslararası anlaşmalar gereğince iadesini istiyor. Oysa Gabriel, Türkiye'de 250 vatandaşı öldürmüş, Meclis'i bombalamış bir örgütün Türkiye'deki davalarına müdahil olmakla kalmıyor, Almanya'nın FETÖ'cülerin sığınağı olması gerçeği hakkında da hiçbir şey söylemiyor. Aynı şey PKK ve diğer örgütler için de geçerli. Yargı konusunda bu kadar kibirli açıklamalar yapan Almanya'da yıllardır devam eden Türklerin öldürülmesi ile ilgili NSU davasının içler acısı durumu ortadayken, gerçekten daha özenli olmak gerekirdi.
Gabriel'in açıklamalarına Türkiye'den cevap gecikmedi. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da özetle şu şekilde bir açıklama yaptı.
"Bu açıklamaların yaklaşmakta olan Almanya seçimlerine yönelik iç siyaset yatırımı olduğunu düşünüyoruz. Almanya'da bu bir moda haline geldi. Kendilerince puan toplamaya çalışıyorlar. Onların oturup akıl tutulmasından kurtularak düşünmeleri gerekiyor. Bizim Almanya'da vatandaşlarımıza yönelik casus muamelesi yapıldı. NSU cinayetleri acaba nasıl hasır altı edilir diye çaba içerisindeler. Biz bunları defalarca Alman makamlarının önüne koyduk. FETÖ kaçkınları, bu ülkeye ihanet edenlerin hainlerin en çok gittiği ülke Almanya. Bunlara nasıl göz yumuyor Almanya? Bunları önlerine koyduğumuzda 'bizde yargı bağımsızlığı var' diyorlar. Peki, Türk yargısına neden saygı duymuyorlar? Bu Türkiye'ye karşı saygısızlıktır. Onlar da bizim yargımıza saygılı olacaklar. İkincisi, Türkiye'ye giden Alman vatandaşlarının güvende olmadığı şeklindeki açıklamalarını da şiddetle kınıyoruz."
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da tehditlere karşılık verileceğini ifade ederken, Almanya'nın FETÖ ve PKK'ya ev sahipliği yapmakla dostluk ilkesine tezat hareket ettiğini ifade etti.
Almanya'da eylül ayında parlamento seçimleri yapılacak. Daha önce Hollanda ve Fransa'da da görüldüğü üzere, Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan bir iç siyaset fenomeni haline gelmiş durumda. Avrupa tehlikeli bir biçimde popülizme teslim oluyor. Merkez siyasi partileri de sorunlara rasyonel çözümler bulmak konusundaki zaaflarını popülist söylemi sahiplenmekle gidermeye çalışıyorlar. Ancak Fransa'da İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ilk defa merkez partileri tamamen silindi. Macron'un yeni hareketi ipi göğüslerken, Le Pen güçlenmeye devam etti.
Aslında CDU ve Şansölye Merkel Almanya için en sağduyulu ekip gibi gözüküyor. Ben Merkel'in bu popülizm rüzgârından etkilendiğini ve Türkiye ile ilişkileri yumuşatma noktasında baskı altında olduğunu gözlemliyorum. Merkel Türkiye ile ilişkilerin ve Türkiye'nin öneminin farkında. SDP lideri Schulz ise uzun zamandır Türkiye ve Erdoğan karşıtlığı üzerinden epey prim topluyor. Seçimlerden sonra bu konuda bir rahatlama olur mu göreceğiz.
Ancak, hem Almanya, hem Avrupa'nın diğer bazı ülkeleri ve ABD ile Türkiye arasında ilişkilerin limonileşmesinin sadece seçimlerle açıklanması mümkün değil. Evet, bu bir faktör, ama tek etken değil.
Türkiye, zayıf ekonomik yapısı, krizli siyasi yaşamı ve yetersiz altyapısı ile dışa bağımlı bir ülkeydi. Soğuk Savaş döneminde Batı kampında, NATO üyesi olarak istendiğinde kullanılan bir ileri karakol olarak, üstü açık bir üs şeklinde algılanıyordu. IMF'ye olan yüksek borçları, sık sık tekrarlanan ekonomik krizler ve darbelerle, kendi potansiyellerini kendisi için değerlendirecek bir imkana sahip değildi.
Son 15 yıldır ise bu tablo değişmiş gözüküyor. Dünyanın en büyük 17. ekonomisi olan Türkiye'nin 2050 yılında 11. sıraya yükseleceği öngörülüyor. Bu arada Hollanda dokuz, Almanya ise dört basamak düşmüş olacak. Çin'den sonra Hindistan da ABD'yi geçecek.
Tabii Türkiye sadece büyüyen ekonomisi ve genç nüfusu ile değil, enerji kaynaklarının toplanma merkezi ve Ortadoğu'ya, Balkanlara ve Kafkaslara komşu bir merkez ülke olması açısından da çok önemli. İpek Yolu'nun yeniden ihyası ile bu merkezi konum daha da güçlenmiş olacak.
Özetle, Türkiye nesne bir ülke olmaktan, özne bir ülke olmaya doğru sağlam adımlar atıyor. Bu da ülkenin artık dışarıdan kontrol edilemez bir noktaya geldiğini gösteriyor. Bu değişimin arzulanmadığı ortada ve bir noktaya kadar anlaşılabilir de. Sonuçta dikensiz gül bahçesinde yaşamıyoruz.
Türkiye müttefikleri ile artık eşit ilişki talep ediyor. Bunun meşru bir talep olduğunu da herkes biliyor. Ancak hala Türkiye'nin işte 15/16 Temmuz darbe girişiminde olduğu üzere, bu gelişimini engellemeye dönük hamleler yaşanabiliyor. FETÖ ve PKK'nın bu yönde birer kaldıraç, kart olarak sempatiyle karşılanması da bu manada anlam kazanıyor. Aslında artık durum saklanabilir olmaktan da çıkmış durumda.
Dolayısıyla, ABD'nin YPG'ye, yani PKK'nın Suriye koluna yaptığı 629 TIR'lık silah yardımı gibi durumların da, Almanya'nın Türkiye tavrının da, yeni denge oluşana kadar değişeceği pek beklenmemeli.
Ancak, bu beklentinin normalliği, yapılanın yanlış bir tercih olduğunu da değiştirmiyor. Çünkü Türkiye 15/16 Temmuz darbe/işgal girişimini püskürtmekle, içeriden kontrol edilemeyeceğini, bir iç kargaşa yaşanmasına izin vermeyeceğini ispatladı. Rasyonel akıl, ayakta kalan, işbirliğine açık, demokratik, laik bir Batılı meşru ülkeyi terör örgütlerine değişmez. Çünkü Türkiye hem Batı, hem de Doğu ile ilişki kurabilen, çalışabilen, konuşabilen, rasyonel yönetilen bir ülke.
Kim bilir, belki kavganın daha fazla zarar verici hale gelmesini istemeyen, değişimi gören ve yeniden rasyonel zemine dönmek isteyen bir inisiyatif ortaya çıkabilir. Ben şu an daha zayıf görünen bu seçeneğin gerçekleşmesini ümit ediyorum.