Türkiye yeni bir anayasa değişikliği paketini halk oyalamasına götürmeye hazırlanıyor. Cumhurbaşkanı'nın Meclis'ten geçen değişiklik tasarısını onaylaması ile Yüksek Seçim Kurulu (YSK) anayasaya göre iki aylık süreci işleterek 16 Nisan Pazar gününü oylama günü olarak kesinleştirdi.
Aslında Türkiye anayasa yönünden şansız bir ülke. Bu şansızlık Türkiye'nin içinden geçtiği antidemokratik türbülansları da özetliyor. Maalesef 1982 yılında 12 Eylül 1980 darbecilerinin yaptığı anayasa hala yürürlükte. Gerçi bu anayasa üzerinde 18 adet önemli reform içeren değişiklik yapılmıştı. 16 Nisan halkoylamasında eğer "evet" oyları yüzde elliden çok olursa, bu 19. değişiklik olacak. Ancak biz hala bir darbe anayasası ile yönetilmeye devam edeceğiz.
Bununla beraber, bu değişiklik hem yeni anayasa yapma yolunu açacak, hem de ciddi sorunları bulunan hükümet sisteminde de normalleşmeyi sağlayacak.
Bu tasarıyı AK Parti ve MHP birlikte hazırladılar ve Meclis'ten birlikte geçirdiler. Ben de Anayasa Komisyonu üyesi olarak uzun mesailerin içinde bulundum. Konuyu anlamak isteyen yabancı dostlarımıza biraz bilgi vermeyi bu yüzden arzu ettim.
Öncellikle Anamuhalefet Partisi CHP ve HDP bu tasarıya karşı. Bu tabii ki en doğal hakları. Ancak tavırlarında birkaç sorun var. İlki AK Parti ve MHP liderleri henüz tasarı üzerinde çalışmaya başlamadan benim hatırladığım ikişer kez CHP'ye çağrı yaparak onları müzakerelere davet ettiler. Ancak maalesef CHP bu çağrılara yanıt dahi vermedi. Bunun yerine ortaya neyin çıkacağını bile bilmeden daha en başta kategorik olarak hükümet sistemini değiştirmeyi reddettiler. Oysa eğer dahil olunsaydı, parlamenter sistemin sorunlarını düzelten kendi tasarılarını Meclis'ten geçirebilir, böylelikle 16 Nisan'da halkın önüne iki alternartif değişiklik teklifi ile gidebilirdik.
Bununla doğrudan bağlantılı olarak ise, ortaya sadece AK Parti ve MHP'nin teklifi çıktığından, sadece bunun yanlışlığı üzerinden negatif ve çoğunluk pakette olmayan şeyleri absürt bir şekilde iddia eden bir boşluğu şu an temsil ediyorlar. "Cumhuriyet rejimi elden gidiyor", "diktatörlük geliyor", "federalizme kapı aralanıyor, ülke bölünecek" iddiaları üzerinden akla değil, seçmeni korkutma yolunda ilerliyorlar. Oysa Türkiye seçmeni oldukça politize, siyasi katılım noktasında rekor tarihi bir hafızaya sahip. Seçmeni ne şu parti, ne de bu parti kandırabilir.
Çok ilginçtir, geçen günlerde Alman Federal Meclis Başkanı Norbert Lammert de konuyla ilgili kaygılarını dile getirdi. Tabii buna herkesin hakkı var. Ama 58 milyon seçmenin en az yarısından fazla oy alması gereken, anayasaya göre tüm kurallar işletilerek halkın önüne gelen bir tasarıda, tek bir yönde kaygı belirtmek olgun bir siyasi tavır değil. Bizler, halk oylamasından hangi sonuç çıkarsa çıksın bunun demokrasimizi güçlendireceğini düşünüyoruz. Kendimizi halkın iradesi üzerinde görmüyoruz. Bu seçkincilik gibi demokrasi karşıtı bir savrulmanın kapısını aralar. Hoşumuza gitmeyen sonuçları demokratlık gereği sindirmek, onu anlamak zorundayız. İster bu sonuç evet, ister ise hayır olsun.
Lammert, son dönemde Türkiye'de art arda iki darbe yapıldığını savunmuş. Önce "demokratik yollardan seçilmiş bir hükümete karşı askeri bir darbenin" yapıldığını kaydeden Lammert, ardından "seçilmiş hükümet tarafından ülkenin kendi anayasasına karşı bir darbe daha yapıldı" demiş. Lammert "Bu da amacına ulaşmış gibi görünüyor" derken Erdoğan'ın anayasa reformu ile kendi gücünü artıracak bir başkanlık sistemini hayata geçirmeyi amaçladığını ifade etmiş. Bir de aba altından sopa göstererek, eğer evet çıkarsa Türkiye'nin AB üyeliğinin dondurulacağını da eklemiş. Üstelik AB'yi Türkiye'nin AB serüveninde kibirli, karşındakini küçük gören tavrını eleştirdikten hemen sonra gelmiş bu cümleler.
Avrupa'da bu tarzda çok fazla yüzeysel ve kibirli bir yaklaşım var. Bu adeta bir moda oldu. Erdoğan'ın dünyayı etkileyen, hazmı zor, karizmatik ve ezber bozan bir lider olduğu ve artık Avrupa siyaseti içinde bir siyasi fenomen haline geldiği doğru. Yani kamuoyunda isminin geçmesini isteyen, seçimlere hazırlanan herhangi bir Avrupalı siyasetçi, yarım yamalak bilgiler ve üstenci tavrın yardımıyla, sadece kendi kafasına uymadığı için Erdoğan'a sataşıyor ve popüler oluyor. Bu siyasi zayıflığın bir işareti. Özellikle de merkez siyasetçilerin yıllar boyu süren beceriksizlikleri neticesinde güçlenen radikal akımlar karşısında kendilerini çaresiz hissettikleri bir ortamda.
Her şeyden evvel tüm dünya ve AB üyesi veya olmayan ülkelerin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının halkoylamasında karar verecekleri bir konuya saygı gösterme mecburiyetleri var. Türkiye hakkında konuşurken de siyasetçiler asla bilgisiz veya tek yerden besleniyor olmamalılar. Çünkü Türkiye önemli, büyük bir ülke ve saygı görmeyi, doğru anlaşılmayı hak ediyor. 15 Temmuz'da darbecilere karşı muhteşem bir demokrasi direnişi kaydeden, 248 vatandaş tanklar altında, keskin nişancıların hedef olarak, F16'lar tarafından bombalanarak canlarını verdiğinde, şu halkoylamasına gösterilen tavrın onda birini maalesef görmedik, göremedik. Ama hiç göremediğimiz bu tavır yerine, darbecilerin devletten ayıklanması, bir devletin vatandaşını koruma refleksini eleştiren tavırlar hemen belirdi. Aynı anda FETÖ, PKK ve DAEŞ ile mücadele eden bir NATO ülkesi OHAL ilan ettiği ve suçluları tutukladığı için eleştirildi. Darbe ise es geçildi.
Oysa 15 Temmuz başarılı olsaydı, milyonlarca mültecinin eşliğinde Avrupa ile Ortadoğu arasındaki tek demokratik güçlü set yıkılacak ve Rakka Atina'ya komşu olacaktı. Avrupa'yı asıl etkileyecek olan buydu.
Gelelim anayasa değişiklik paketine…
Türkiye'nin hükümet sistemi her şeyden evvel parlamenter sistem değil. Evet, kağıt üzerinde öyle ama aslı öyle değil. 1960 ve 1980 darbecileri, ki zamanında TIME'a övgüyle kapak olmuştu bu generaller, 1924 halk Anayasası'na tecavüz ettiler ve onu bir deli gömleğine çevirdiler. Amaçları seçilmiş ve seçilecek hükümetler üzerinde bazı kurumlar, yani komiserlik yaratmaktı. Darbelerden sonra gelen anayasalar ile, parlamenter sistem aslından ve işlevinden uzaklaştı. Özellikle 1982 darbe anayasasında, darbeci General Kenan Evren'in Cumhurbaşkanı olacağı hesaplanarak, cumhurbaşkanının yetkileri parlamenter sistemde olmayacak şekilde genişletildi. Yürütmenin geniş yetkileri Başbakan ve Cumhurbaşkanı arasında bölündü. Ancak bir şey daha yapıldı. Cumhurbaşkanı tüm pratikleri açısından sorumsuz, hesap veremez ve yargılanamaz kılındı. Anayasa'nın 104. Maddesi bu şeklide değiştirilerek, bir tür vesayet sistemi kuruldu ve hala öyledir.
Öyle ki Başbakan seçim kazanacak, icra yapacak ve halkın ve yargının önünde tek sorumlu olacaktı. Ama yürütmenin yetkilerini paylaşan Cumhurbaşkanları, genelde müesses nizamın temsilcilerinden olacağından, Meclis'i fesh etmek dahil birçok yetkiyi sorumluluk taşımadan ve ömür boyu yargılanmama güvencesiyle kullanacaktı. Hala da öyledir.
Nitekim Türkiye'de her cumhurbaşkanlığı seçimi müesses nizam ile seçilmişler arasında krize ve hatta darbelere neden oldu. 1980 darbesinin bir nedeni de müdahaleler nedeniyle cumhurbaşkanının 1979 yılında 109 turda seçilememiş olmasıydı. Genelde siyasilere gözdağı verilerek bir asker kökenli kişi veya sivil görünümlü bir müesses nizam temsilcisi bu makama geliyordu. Siviller direndiğinde ise darbe oluyordu.
Son kriz, 2007 yılında yaşandı. 550 kişilik Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 363 üyesi bulunan AK Parti'ye cumhurbaşkanı seçtirmemek için tüm antidemokratik girişimler yapıldı.
Asker muhtıra verdi ve darbe yapacağını ima etti. Gerekçesi Cumhurbaşkanının eşinin başörtülü ve muhafazakar olacak olmasıydı. Bunu bugün gib, "laiklik elden gidiyor" diye savundular. AK Parti geri adım atmayınca bu kez Yargıtay Başsavcısı görevlendirildi ve hukuki bir faciaya imza atıldı. Anayasa ve tüzükte böyle bir hüküm olmamasına karşın, Cumhurbaşkanı seçme karar sayısının, Meclis'in toplanma sayısına eşit olduğu kuralı getirildi. Aynı anda Meclis baskı altına alınıyordu. CHP yine başroldeydi.
AK Parti yine geri adım atmadı ve seçimlere gitti. Sonra Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçildi. Darbenin kıyısından dönülmüştü. AK Parti bu sorunu bir kez daha yaşamamak için Cumhurbaşkanını halkın seçmesinin en doğrusu olduğunu düşündü ve iyi de etti. Ekim 2007'de bir referandum daha yapıldı ve Cumhurbaşkanını halkın seçmesine yönelik anayasa değişikliği yüzde 69 evet oyu ile kabul edildi. Böylelikle 2014 yılında yapılacak değişiklikten sonraki ilk seçim sorunsuz geçti. Bundan sonra da sorunsuz geçecek. Çünkü halk karar verecek.
İşte 16 Nisan'da yapılacak oylama da 2007'de yarım kalmış olan bu demokratik reformun tamamlanmasıdır. Çünkü yürütme hala çift başlıdır, Cumhurbaşkanı geniş yetkilerle hala denetlenememektedir, sorumsuzdur. Getirilen teklifle Cumhurbaşkanı'nı sadece görev değil, işleyeceği olası her türlü suçtan ötürü yargılama yolu açılırken, Meclis'e Cumhurbaşkanı'nı seçime götürme, yani fesh etme yetkisi de veriliyor. Çıkaracağı kararnameler kanunlardan üstün olamaz. Kanun gerektiren temel, siyasi, sosyal haklar konusunda kararname çıkaramaz. Kanunla düzenlenecek 81 ayrı konuda anayasa hükmüne göre kararname düzenleyemez. Düzenlediği bir kararname hakkında Meclis kanun yapar ise, bu kararname yürürlükten düşer. Cumhurbaşkanı'nın her türlü tasarrufu yargı denetimine açıktır. Daha birçok yeni denge ve denetleme sistemi şu an yokken bu değişiklik ile hayatımıza girecek.
Şimdi Sayın Lammert dahil endişeli kişilere soruyorum; şu an geniş ve sorumsuz yetkilere sahip bir cumhurbaşkanı mı otoriterleşebilir, yoksa yargılanma ve denetim mekanizmaları ile çevrelenen bir cumhurbaşkanı mı? Yargı ve cunta marifetiyle, bu yetkileri kullanmak üzere türlü antidemokratik oyunlarla bu makama gelen kişi mi demokrasiye fayda sağlar, yoksa seçilmek için halkın yüzde elli artı bir oyunu almak zorunda olan bir Cumhurbaşkanı mı yoldan çıkar?
Yürütmedeki parçalanmayı gidererek, hem en büyük denetleme pratiği olan kanun çıkarma yetkisini kullanacak Meclis'i, hem de hükümeti kuracak Cumhurbaşkanı'nı çift sandık ile halka seçtirmekten daha demokratik bir reform olabilir mi?
Ve siz böyle antidemokratik bir hükümet sistemine sahip olan bir Türkiye'yi geçmişte dışlamaktan ötürü pişmanlık duyarken, demokratikleşen bir ülkeyi AB'den dışlamayı gündeme getireceksiniz… Çok tuhaf.
Bu cümlelerin açılımı burada şöyle yankılanır: "Sistem önemli değil. Türkiye'de bizim arzu etmediğimiz kesimler başta olmasın da sistem ne olursa olsun." Gerçi bunu Batı maalesef Mısır'da kanıtlamış durumda.
Ben siyaseti geniş yorumlayan bir kişiyim. Bazı insanlar Türkiye'de Erdoğan yönetiminden memnun olmayabilir. Açıkça elitleri de, CHP'yi de tutabilir. Şu an bu kampanyada yer alan HDP de yükselen yıldız olabilir. Bunlar açıkça ifade de edilebilir.
Ama ortak zeminimiz ve olmazsa olmazımız, nesnel ve adil olmaktır. Avrupa bu kibir ve halktan uzaklaşmak ile ırkçı akımlara teslim oluyor. Bundan hiç memnun değiliz. Ama Türkiye'ye dönük irrasyonel tavır ile Avrupa'daki dekadansın aynı arızadan ortaya çıktığını düşünüyorum.
Türkiye bir diktatörlük değil, gelişmiş bir demokrasi.
Cumhurbaşkanı yüzde 60 destek ve 11 seçim kazanmış bir mazi ile görev yapıyor. Dünyada tek bir yaşam biçimi, tek bir demokrasi yorumu yok. Bundan sonra da hiç olmayacak. Ama Avrupa ve Türkiye alıp başını başka yere gitmeyeceğine göre hep komşu ve iç içe olacaklar. Konjonktürel gel-gitlerden çok daha değerli olan da bu gerçekliktir.