Türkiye bölgesinde laik, demokratik sosyal bir hukuk devleti olarak büyük önem arz eden bir ülke. Türkiye'nin Müslüman bir ülke olarak sahip olduğu rejim ve devlet niteliklerini, Batı ve Doğu dünyasını birleştiren bir coğrafyada ne kadar önem arz ettiğini aslında hatırlatmaya gerek olmamalıydı. Ama bir şekilde, bir süreden beri, gerçeklikle ilgisi olmayan bir algı mühendisliği Türkiye'ye karşı harekete geçmiş durumda.
Bu hareketlenmenin, ülkede muhafazakar bir Cumhurbaşkanı ve hükümet olmasıyla ilgisi olduğu söyleniyor. Tabii tarihsel rekabetin getirdiği olumsuz hafıza her zaman Türkiye ile Batı, özellikle Avrupa arasına yüzeysel ve popülist siyaset yapanların nezdinde elverişli bir malzeme olmuştur. İhtiva ettiği Müslüman vatandaşlar göz ardı edilerek, Batılı ülkelerin iç barışını ve demokrasisini tehdit edecek potansiyele sahip terörle İslam'ı özdeş tutma eğilimi de bu kolaycı aparatlardan birisi. "Biz işleri burada böyle yaparız ve dünya da böyle yapmalı" türünden bir kibirle dünyaya bakan gözlerin Avrupa ve Batı ülkelerine vereceği bir fayda yok. Türkiye'nin farklı özelliklerini de demokrasi dışı bulmak, aslında kaçındığımız, sonu Nazizme varacak bir düşünsel dekadansın önünü açacak denli Avrupa'da ana akım haline gelmekte.
Avrupa'da bu yıl içinde yaşanacak önemli seçimler, popülizm ve kolay etki yapacak sloganizmin önünü açıyor. Ancak, bunun sadece seçimlerle ortaya çıkan geçici bir durum olmadığını da biliyoruz. Merkez siyasetin marjinal akımlar karşısında gittikçe güçsüzleşmesi, temsili demokrasinin zayıflaması, ekonomi ve mülteci sorunlarına karşı geliştirilemeyen çözümler ile birleştiğinde, sanki bir panik havası ile zaten marjinal partilerin ustası olduğu ırkçı/popülist bir söyleme kayma durumu söz konusu.
Avrupa Aydınlanması'nın kurucu dış ötekisi "Osmanlı" idi. Bugün, hem Avrupa'nın içine düştüğü siyasi/ekonomik krizler, hem de 15 yıldır muhafazakar bir parti ile oldukça gelişen Türkiye'nin yeniden bu role oturtulduğu görülüyor. Burada, kendisine her türlü mükemmelliği atfeden bir kibrin, o her konuda kötücüllüğü ve geriliği temsil eden bir dış öteki ihtiyacında olduğu görülüyor. Ancak Avrupa Aydınlanması'nın en temel özelliği özeleştiri gücünü yaratabilmiş olmasıydı. Kilise dahil, toplumun tüm dinamiklerini içeren kapsayıcı Aydınlanma, kendisini radikal Aydınlanma taraftarlarına karşı korumaya çalıştı. Başta başarılı olduysa da, sömürgecilik yarışının getirdiği hırs ve rekabette radikal fikirler sistemi kontrol etti ve Avrupa iki büyük dünya savaşına sahne oldu. Nazizm ve Stanilizm iki dünya savaşı ile birleştiğinde 80 milyon civarında insanın ölümüne, Avrupa'nın çökmesine neden oldu. 2. Dünya Savaşı'nda ve sonrasında ABD'nin askeri ve mali yardımı olmasa, bu değerli uygarlık yeniden ayağa kalkamayacaktı.
Zihniyetteki bu tutulmanın bir benzerinin bugün yeniden oluştuğu, Avrupa Birliği'nin çözülme ve ırkçı partilere teslim olma riskinin büyüdüğü görülmeli. Bu savruluş ile Türkiye'ye dönük ayrımcı, abartılı, hatta düşmanca tavrın aynı noktadan kaynaklandığını düşünüyorum. Düşünce ve çözüm üretmek, bunu millet ile demokratik biçimde yapmak, iyiliği, zenginliği, demokrasiyi sadece kendisi için değil, tüm dünya için isteyen bir anlayışı hakim kılmak bugün Avrupa'nın geleceğini kurtaracağı gibi, Ortadoğu ile kendi arasında güvenli bir set olan Türkiye ile ilişkileri de normalleştirecektir.
Türkiye, beş yılı aşkındır yaşanan Suriye iç savaşında en büyük yükü her anlamda sırtlıyor ve Avrupa bu konuda gerçekten Türkiye'yi yalnız bıraktı. İçine aldığı üç milyonu aşkın mülteci için 25 milyar dolarlık kaynak harcayan Türkiye, bu konuda da ne BM ne de Avrupa Birliği'nden gerekli yardımı alabildi. Yine bu savaşların bir sonucu olarak DAEŞ, PKK, YPG ve DHKP-C gibi örgütlerin hedefinde olan Türkiye, 15 Temmuz'da yaşadığı FETÖ'cü darbe denemesinde de, yine yalnızdı. Hala da yalnızdır.
Tabii bu tutumun sadece bir önyargıdan kaynaklanmadığını, ama bu önyargının işleri kolaylaştırdığını da biliyoruz. Türkiye iki binlere kadar kısa aralıklar dışında, seçkin bir vesayet kurumu tarafından, kötü biçimde, demokrasiyi yok ederek yönetti ve kontrol edilmesi oldukça kolay oldu. Kimse o zamanlar Türkiye'yi bugünkü kadar ağır biçimde eleştirmiyordu. Çünkü Türkiye ne geniş potansiyellerini kullanabiliyor, ne doğru dürüst üretim yapıyor, ne de küresel rekabete katılabiliyordu. Mutsuz, antidemokratik kurallar altında yoksul şekilde yaşayan, siyasetten dışlanmış bir halka sahipti. Altında ezildiği ağır dış borç yükü altında zaten dış ülkelerin veya bağlı bulunduğu örgütlerin taleplerine kendi katkısını getirmeye gücü de yoktu.
Son 15 yıldır, meşruiyeti halkta arayan ve ilk kez bu kadar uzun süre zarfında ülkeyi başarılı şekilde yöneten bir AK Parti, bence muhafazakar da olmasaydı, bugün oluşan memnuniyetsizlik çok farklı olmayacaktı. Türkiye'de temsili demokrasinin ve sandığın güçlenmesi ile ülke içindeki seçkinler ile Batı'da Türkiye'ye önyargılı yaklaşanların sözleri ve tavırları da tamamen aynı. Burada nesnellik değil, bir çıkar çatışması söz konusu. Bu konuda demokratik değerleri araçsallaştırmak sadece bünyenin kendisine zarar verir.
Yaşananların bir üçüncü belirleyici özelliği ise Suriye ve Ortadoğu'da yaşanan yeni güç ve alan kapma kavgasıdır. Türkiye bugün DAEŞ ile en etkili mücadele eden, hedef olan, vatandaşlarını kurban veren bir ülke olmasına rağmen, Suriye'de de bu konuda yalnız bırakılmıştır. Mesele eğer Suriye ve Irak'ın DAEŞ'ten kurtulması olsaydı, bu noktada güçbirliği ile bu sorunun halledilmesi birkaç aylık bir meseleye dönüşürdü. Bunda şüphe yoktur. Ancak, eğer haritalar değiştirilmek isteniyorsa, DAEŞ olsa olsa burada bir maymuncuğa dönüşmekte ve varlığı bir karta dönüşmektedir.
Yüzbinlerce insanın öldüğü, milyonlarcasının ülkesinden kaçtığı, Ege'de boğulduğu, Yunanistan ve çoğu ülkede insanlık dışı kamplarda kaldığı veya yüzüstü çevrildiği bir ağır sorunda, Türkiye yerine PKK'nın Suriye kolu olan YPG ile çalışmak, burada bir terör koridoru oluşturmaya çalışmak, açık konuşalım dünya barışını tehlikeye atmak demektir. PKK'ya dönük meşruiyet yaratma çabasının, dönüp dolaşıp bu çabanın sahiplerini vuracağı görülmelidir. Türkiye, yanı başında bir terör örgütünün devletleşmesini haklı olarak kendi özvarlığına tehdit olarak görüyor. Buna müsaade edilmeyeceği açıkça söyleniyor. Bu meşru müdafaa hakkıdır. Müttefik olan devletlerin bu konuda bırakın farklı davranmayı, sonuna kadar Türkiye'nin yanında yer alması beklenir.
Yeni ABD Başkanı Trump'ın Suriye konusunda nasıl bir strateji oluşturacağı henüz belirsiz. Umarız Obama döneminin yıkıcı etkileri görülür ve Türkiye ile hasar gören ittifak ilişkisi rasyonel bir zemine oturur. Bu dünya için de tüm ülkeler için de en doğru/faydalı ve ahlaki olandır.
21.yüzyılın yeni dünya düzeni terör örgütlerini kullanarak, onları meşrulaştırarak kurulursa, kurulan sadece yeni bir cehennem olur. Türkiye tüm komşu ve dost ülkelerle, eşit ve kazan kazan formülüne ilişki kurmak, hatta bunları daha ileri noktalara götürmek isteyen bir devlettir. İşbirliği alanlarını daha ileriye götürmeye hazırdır.
Ben hem ABD hem de Avrupa'da bu yönde bir aklı selimin oluşacağına inanıyorum. Dünyanın yeni bir soluğa ihtiyacı var ve kendimizi bir yeni bir dünya savaşından korumanın yolu da bu aklıselime inşa edip sahip çıkmaktır.