Türkiye'nin kuruluş formülünde hayati bir hata yapıldı ve homojen bir toplum yaratılma yoluna gidildi. Osmanlı İmparatorluğunun çöküş sürecinde imparatorluğa bağlı bölgelerin bağımsızlık savaşları, ama en önemlisi Arnavutların dahi ayrılıkçı hareketlere girişmesi, Ermeni sorunu ve son olarak da Balkan Savaşı ile devletin Anadolu'ya sıkışması Jön Türklerde panik duygusunu körükledi.
1908'de 2. Abdülhamid'i tüm kimliklere özgürlük, eşitlik ve adalet sloganıyla deviren ittifakın Türk kolu olan İttihat ve Terakki'nin 1914'te Almanya yanında 1. Dünya Savaşı'na girmesi de bu kayıpları giderme ve yeniden yükselişe geçme hayali nedeniyleydi. Almanya'nın ağır sanayisi ve silah gücü sayesinde bunu başarabileceğini düşünen Enver Paşa'nın yaşı henüz 32'ydi.
İttihatçı Troyka (Enver-Talat-Cemal) aynı kargaşa içinde Anadolu'yu Türkleştirme meselesini de halletmek istemişlerdi. 1914 Ege ve 1915'te tüm Türkiye'yi kaplayan Ermeni, Rum ve Süryanilere dönük kazıma harekatı da temeldeki bu yanlış teşhis ve korku nedeniyle söz konusu oldu.
Savaş sonrası İttihatçıların ülkeden kaçışı ile B grubu İttihatçılar dediğimiz Mustafa Kemal önderliğindeki grup Rusya'nın da desteğini alarak Milli Mücadeleyi üstlendi. Kemal tehcir işine bulaşmamış hatta onu lanetlemişti. Enver ve Talat'tan daha rasyoneldi. Ancak 1924'te iktidarını sağlama aldıktan sonra kurduğu Türkiye'nin kodları ile sahadaki halk çeşitliliğinin hiçbir denkliği yoktu.
Nitekim Türkiye Cumhuriyeti'nin tanımladığı devlet yerel halka yabancı, onu köklerinden, dilinden, geleneklerinden koparak, ama aynı zamanda buna karşı bir direnç olduğunda şiddet pratiklerine yönelen bir mühendislik içeriyordu.
Azınlıklar problem olmaktan çıkmıştı, çünkü zaten 1. Dünya savaşı öncesi yüzde 40'lar civarında olan gayrımüslim nüfus yüzde onların altına gerilemişti. Kalanlar da, ayrımcı tek parti pratikleri ile zaman içinde göç ettirilecekti. Bu oran şu anda Türkiye'de binde ikinin altındadır ve bunun sorumlusu laik kemalist ayrımcı iktidar mühendisliğidir, Müslümanlar değil.
Geriye Türkleştirilmesi gereken en sorunlu yapı Kürtler kalıyordu. Kürtlerin Müslüman olması, asimilasyonun daha kolay olacağı yanılgısını getirdi. Laikleştirme potası içinde dindar Türkler ve Kürtler birlikte eriyecekler, içi boşaltılmış, kültürel bir kabuk haline getirilmiş Müslümanlık görünümlü kulübünün üyeleri olacaklardı.
Öyle olmadı. Cumhuriyetin 100. yılında doğru, ülkede kemalist toplum mühendisliğinin ürünü olan yüzde 25'lik Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tabanı dışında, bu projeden etkilenmekle birlikte, ciddi bir dindar nüfus, ciddi de bir Kürt toplumu bulunmaktadır.
Devletin bu kesimlere uyguladığı şiddet pratikleri kimlikler için aslında onu diri tutan bir kuluçkaya dönüştü. En azından 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye demokratik devlet modeline geçebilse ve tüm yurttaşlarını kimlikleri, inançları ne olursa olsun kucaklayabilseydi, bugün Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)'nin çözmek için enerjisinin büyük kısmını harcadığı Kürt, Ermeni, Alevi, Roman sorunları çoktan çözülmüş olacaktı.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan ve AK Parti'nin 3 Kasım 2002'den beri uygulamaya koyduğu demokratikleşme adımları, aslında sorununun kökeni olan devleti değiştirdi, dönüştürdü. Ancak geçmişten kalan tortular hala sorun üretmeye devam ediyor.
Bunlar içindeki en önemlisi Kürdistan İşçi Partisi (PKK) örgütü ve şiddetidir. Soğuk Savaş ve eski Türkiye devletine tepki olarak kurulmuş bu örgüt, AK Parti'nin demokratikleşme ve Yeni Türkiye vizyonuna uyum gösteremedi. Ama daha da vahimi, iktidar partisi ve toplumdan büyük destek gören, önü açılan, şartları oluşturulan siyasi partisi Halkların Demokratik Partisi (HDP) de şiddet pratikleri ile arasına mesafe koyamadığı gibi, kimi zaman PKK'yı gölgede bırakan olumsuz bir rol oynadı. Özellikle HDP'nin iki eş başkanı Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ, aslında kendi varlıklarını hiçleştiren şiddete eğilimli bir tavır sergilediler. 6-8 Ekim 2014 tarihinde, Kobani'ye DAEŞ saldırısı neden gösterilerek insanlar sokağa davet edildi. 53 Kürt vatandaş katledildi. Oysa Kobani Türkiye'nin ağır silahlı Peşmerge güçlerini kendi topraklarından bölgeye intikal etmesiyle kurtulmuştu.
7 Haziran genel seçimlerinden yüzde 13 oyla çıkan HDP'nin, sivil siyaset imkânlarını sonuna kadar kullanması ümit ediliyordu. Ancak ben aynı kanıda değildim. HDP'ye ülke içi ve dışında barajı geçmesi için verilen destek, aslında AK Parti'yi indirgemek içindi. Bunun da sorun olduğunu düşünmüyorum. Ancak, HDP'nin ortaya koyduğu PKK ve şiddet çizgisindeki pratik ve söylemler, Gülen cemaati ve Doğan medyası tarafından makyajlandı ve toplumdan gizlendi, gerekçelendirildi. Selahattin Demirtaş'ın eklektik, fırsatçı, nabza göre şerbet veren stratejisi demokratlık olarak resmedildi. Burada gizli bir ajandanın varlığı hissediliyordu. Ancak ülkedeki laik elitlerin ve devleti ele geçirmek üzere darbeye kalkışan Gülen cemaatinin Erdoğan nefreti, PKK/HDP'nin desteklenmesini gerektirdi. Oynanan bir oyundu.
Nitekim, seçimlere kadar sessiz kalan PKK ve HDP, seçimden hemen sonra, söylemde HDP, sahadaki pratiklerde ise PKK ile şiddeti sistematik olarak yükseltti. HDP, Kobani'ye yapılan DAEŞ saldırısında bomba yüklü araçların Türkiye'den geçtiğine dair yalanlar üreterek halkı sokağa davet ettiler. PKK araç yakmalara ve asker, polis öldürmeye başladı. 11 Temmuz'da KCK ortada bir enden yokken Çözüm Süreci'ni bitirdiğini ve Devrimci Halk Savaşı'nı başlattıklarını üç liderlerinin ağzından duyurdu.
Ardından 20 Temmuz'da Suruç'ta 32 insanımızın öldüğü DAEŞ saldırısı geldi. HDP eş başkanları saldırından dakikalar geçmişti ki, saldırıyı AK parti hükümetinin yaptığını iddia ederek gerginliği arttırdı. PKK ertesi gün Ceylanpınar'da iki genç polisin evine girerek uyurken onları ensesinden infaz etti. Çarşıda bir binbaşı eşi ve çocuğunun önünde öldürüldü. Trafik polisleri Diyarbakır'da "kaza var" diye pusuya düşürüldü. Şu ana kadar 55 vatandaş (Suruç'la birlikte) hayatını kaybetti. Çözüm Süreci'ni zaten hiç benimsememiş olan PKK/HDP, seçimleri atlattıktan sonra, gizli ajandalarını uygulamaya sokarak fiili bir durum yaratmak istedi. Türkiye'nin Güneydoğu'sunun Kobanileştirilmesi için düğmeye basıldı.
Gelinen durumda Türkiye'nin operasyonları bardağın taşması ve bir meşru müdafaa durumudur. Hiçbir devlet, bir terör örgütü ülkede vahşice can alırken o örgütle müzakere yürütemez. Nitekim devletin son operasyonlarına halktan gelen destek yüzde 80 olarak araştırmalara yansımıştır.
Tabii ki Türkiye'nin 90'lı yıllara geri dönmesi, demokratikleşme hamlelerinin sona ermesi söz konusu değildir. PKK/HDP tarihi bir fırsatı kaçırdı, yeni ölümlerin önünü açtı. Bu sürece hepimiz çok emek verdik. HDP'nin, tıpkı Sinn Fein gibi barış için inisiyatif almasını teşvik ettik. Ancak bu aşamada bu mümkün olmadı. Türkiye süreci Kürt vatandaşları ile sürdürecek. PKK ise sınırları terk etmediği ve şiddeti bırakmadığı müddetçe bu hikâyede yer almayacak. HDP de maalesef bu şiddet yanlısı ve iftiralara dayalı rolüyle kendisini fiilen tüketti. Umarız bu yoldan dönerler. Ama şu an için böyle bir işaret gözükmemekte.
AK Parti hükümetine ve Erdoğan'a karşı bir kart yaratmak üzere birkaç yıldır sürdürülen DAEŞ'i destekliyor kampanyası ise fiilen çöktü. Erdoğan son Çin gezisinde de DEAŞ'i İslam dışı ilan etti ve mücadelenin devam ettiğini ifade etti. Türkiye, 2013'ün ekiminde DAEŞ'i, birçok Batılı devletten önce, terör örgütü ilan etmişti.
Artık taşların yerine oturması gerekiyor. Bu Türkiye'nin kadar, AB ve ABD'nin de menfaati için elzemdir. Türkiye'nin barış ve istikrarını koruması, Ortadoğu'nun AB sınırlarına genişlememesi için hayati. Aynı zamanda Ortadoğu sorununun çözümü için de Türkiye ABD ve AB için bulunmaz bir partner. Türkiye'ye yapılan haksızlıklar, aslında Batı'nın kendisine verdiği zarardan ibaret.