Bu yazı yazıldığında henüz seçimler yapılmamıştı. Sonuçları bilmeden yazdığım bu yazıda propaganda sürecinin bir değerlendirmesini yapmak uygun olacak. AK Parti İstanbul 2. Bölge milletvekili adayı olarak seçim sürecini daha farklı yaşadım. Bir gönüllüler ordusu olan AK Parti teşkilatından çok etkilendim. Kanser tedavisine ara verip çalışmalara katılanları, çocuklarını komşuya bırakanları, yoğun bakımdaki hastalarını akrabalarına emanet edenleri gördüm.
Böyle bir sevgi ve idealizmle çalışan bu teşkilat dünyanın örgütlü en büyük sivil toplum kuruluşu özelliğini taşıyor. Siyasete bu kadar güven oluşması, özellikle de kan gölüne dönen Ortadoğu'nun hemen yanı başındaki Müslüman bir ülke için büyük bir başarı. Bu başarı hem Doğu, hem de Batı için farklı ama çok değerli imkânlar ihtiva ediyor. AK Parti seçmenleri ki ülkenin yarısından fazlasını oluşturuyorlar, politik anlamda çok bilinçli ve siyasete inanıyorlar. Siyasetin AK Parti sayesinde onların sorunlarını çözebilmiş olması, hayat kalitelerinin artması sivil ve barışçı bir hak arama yolu olan siyasete inancı daha da güçlendirmiş. Erdoğan'a tapmıyor, onu ailelerinden birisi olarak çok seviyor ve saygı duyuyorlar. Kibirli analizlerin aksine, lider ve seçmen arasında olabilecek en demokratik ilişki kurulmuş. Erdoğan onları, onlar da Erdoğan'ı güçlendiriyorlar. Seçmen ve Erdoğan arasındaki ilişkinin sözleşmesi karşılıklı dürüstlüğe dayanıyor. AK parti seçmenlerini dindar oldukları için "sürü" yerine koyan analizler adil veya iyiniyetli değil.
Bunun simetrisinde yer alan muhalefet partileri ile seçmenleri arasında daha farklı bir ilişki var. Ülkedeki demokratik laikliği sahiplenen dindarlar olsa da, laikçi diye anılan daha az dindar ve kentli kesimler, bürokratik partilere mahkûm olmuş durumda. Dindarların kendileri ile eşit haklara sahip olmasını haksızlık olarak görmeye eğilimliler. Ve bu eğilim CHP ve sosyalist grupçuklar tarafından insafsızca sömürülüyor. Ana muhalefet partisi CHP hiçbir hizmet götürmeden yüzde 25'lik bir oyu bu sınıfsal kibirden ötürü otomatik olarak alıyor. Milliyetçi parti olan MHP ise daha oynak oranlara gebe… O da varlığını PKK şiddetine bağlamış durumda. Şiddet arttıkça MHP güçleniyor, azaldıkça oylar AK Parti'ye kaçıyor.
HDP ise, Çözüm Süreci ile ayağına kadar gelen fırsatı kullanmayıp, statükonun yanında yer almayı seçti. Oysa 44 bin insanın can verdiği son 35 yıllık çatışma döneminden sonra, Erdoğan gibi bir liderin şehit ailelerini devletin Öcalan ile görüşmelere ikna etmesi büyük bir aşamaydı. Bunu daha önce deneyen Özal başarılı olamamıştı. HDP/PKK çizgisi şiddetle yakın ilişki ve laikçi bağlam üzerinden Erdoğan karşıtı laikçi gruplar ile daha kolay yakınlık kuruyor. Bu durumda Çözüm Süreci'ni Erdoğan ile sonuca ulaştırmak onlar adına teslimiyet anlamına geldi. Kaldı ki IŞİD'in Kobani'ye saldırması ile birlikte, Türkiye'den bir Kürdistan çıkarmanın mümkün olduğunu düşünen kesimler var. Bu noktada Türkiye'yi kontrol etmek isteyen küresel güçler ile içerideki bu dinamikler kolaylıkla yan yana geldiler.
Tüm bu nedenlerden ötürü ülke demokrasi tarihinin en garip seçim dönemini yaşadık. Kürt inkârının mimarı olan ulusalcı kesimler PKK'lı oldular. 10 bin KCK/PKK'lıyı hapse atan Gülen örgütü ile PKK/HDP birlikte çalıştı. MHP bile HDP ile yan yana propaganda yürüttü. Doğan ve Gülen medyası iki ay boyunca HDP resmi yayın organı olarak dayanışma gösterdi. Bu durumun sonuç ne olursa olsun muhalefet partilerini derinden etkileyeceği ortada. AK Parti ayakta kaldığı müddetçe bu alışılmadık stratejilerinin açıklamasını seçmenlerine yapmak zorunda kalacaklar. Başarılı olmaları halinde bile seçmenlerinin garipsediği bu durum önlerine çıkacak.