3 Ocak 2013 tarihinde Kürt partisi BDP'den bir heyetin PKK lideri Abdullah Öcalan'ı İmralı'da hapis yattığı cezaevinde ziyaret etmesiyle adına Çözüm Süreci denen tarihi evre başladı. PKK'nın Türkiye devletiyle 35 yıldır sürdürdüğü silahlı çatışma dönemini kapatacak bu hamle yeni değildi. AK Parti'nin 2002 seçimlerindeki seçim beyannamesinde zaten bu konunun askeri değil, barışçı yöntemlerle çözülmesi öngörülmüştü. 1990'lı yılların başında Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın, sonrasında ise Refah-Yol Hükümetinin başbakanı Merhum Necmettin Erbakan'ın denemeleri başarısız olmuş, ülke daha ağır bir çatışma sürecine sokulmuştu.
Nitekim 2005 yılında dönemin Ak Parti başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Diyarbakır'da tarihi bir konuşma yapmış ve "Kürt sorunu herkesten önce benim sorunumdur" demiş devlet adına Kürtlerden özür dilemişti. PKK bu açılıma KCK, Kürdistan Topluluklar Birliği'ni kurarak cevap verdi ve yeni bir örgütlenmeye gitti. Erdoğan 2009 yılında Diyarbakır'a bir kez daha gidiyor ve şöyle konuşuyordu: "Her ülkede geçmişte hatalar yapılmıştır. Her ülke geçmişinde zor günler yaşamıştır. Türkiye gibi büyük bir devlet ve güçlü ülkede pek çok zorluğun harmanından geçerek bugünlere geldik. O nedenle geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere asla yakışmaz. Büyük devlet, güçlü millet kendisi ile yüzleşerek, hatalarını ve günahlarını masaya yatırarak geleceğe yürüme güvenine sahip millet ve devlettir. İktidarımız bu bilinçle ülkede hizmete soyunmuştur. Ben milletimin ve devletimin öz güvenine, tarih bilincine ve coğrafya şuuruna inanan bir kadronun Başbakanı olarak huzurunuzdayım."
Nitekim süreç isimler değiştirerek, provokasyonlardan geçerek son haline ulaştı. Sürecin mantığı kısaca "Silahların susması, siyasetin konuşmasıydı." Bu durumda daha sonra HDP ismini alan Kürt partisinin etnik Kürtçülükten ve şiddetten vazgeçmesi, Türkiye'deki bu olumlu havayı normalleşmek adına kullanmasıydı. Hepimizin HDP'den beklentisi buydu. IRA sürecinde de IRA gittikçe sahneden çekilirken, Sinn Fein merkez konum elde etmişti. Sürecin sağlığı aktörlerin bu değişiminden gözlemlenebilirdi.
Ama Türkiye'de pek böyle olmadı. AK Parti hükümeti sürecin tüm siyasi riskin üstlenmiş, Erdoğan tabanındaki yüksek popülaritesini sürece kefil olmak adına kullanmaktaydı. 35 yıllık çatışmalarda 40 bin insan öldürülmüştü ve Türkler arasında çok yüksek bir PKK nefreti vardı. PKK ile masaya oturmak Erdoğan'ın bu cesur hamlesinden önce akla bile gelmezdi. Öcalan'ı bir HDP heyetinin ziyaret etmesi ise rüyalarda görülse inanılmazdı. Ama halk Erdoğan'a o kadar saygı duyuyor ve güveniyordular ki, "Erdoğan yapıyorsa bu doğru bir iş diyerek" sürece yüksek destek verdiler.
İlginç bir şekilde, HDP ve eş başkanları süreçte tansiyonu sürekli yüksek tuttular. Öcalan'ın vizyonundan uzak durdular ama ona karşı gelemedikleri için bunu açıkça değil, sürece gönülsüzlük göstererek, en küçük bir sertleşme fırsatını kaçırmayarak gösterdiler. Ama en kötüsü 6-8 Ekim 2014'te yaşandı. HDP bir çağrı yaparak Kobani olaylarını bahane ederek insanları sokağa çağırdı. Bu çağrının sonunda 52 Kürt vatandaş linç edilerek feci şekilde öldürüldü. PKK ise 8 Mayıs 2013'te geri çekiliyoruz açıklamasını yerine getirmedi. Hükümet 20 civarında adım atarken süreçle ilgili, PKK hiçbir sözünü yerine getirmediği gibi, 52 vatandaşın ölümü dâhil çatışmasızlık sözünü defalarca bozdu.
Ve en nihayetinde geçen hafta sonu Diyadin'de PKK askerle çatışmaya girdi. Dört asker yaralandı, beş PKK'lı ise hayatını kaybetti. Seçimlere iki aydan az bir süre var. Barışı bozmanın hiçbir gerekçesi yok. Ama PKK bir yandan, HDP bir yandan süreci işlerine geldiğinde sertleştirip, işlerine geldiğinde barış havarisi rolü oynuyorlar. Kürtler ve Türkler barış istiyor. Ama bu PKK ve HDP bu tavırlarını sürdürürse, bizzat Kürtler bu iki yapıyı tasfiye edecek.