Geçen Salı itibarıyla siyasi partiler 7 Haziran genel seçimlerinde yarışacak milletvekili aday listelerini Yüksek Seçim Kurulu'na teslim ettiler. Böylelikle seçim heyecanı da start almış olacak. Yakında partiler adaylarını kamuoyuna tanıtmaya başlayacak ve resmen sahaya inecekler. Bu heyecan Türkiye için çok büyük bir kazanım. Çünkü 1946'dan beri Türkiye'de serbest seçimler yapılmış olsa da, ya bu seçimler şeklen yapılıyor, ya da seçimle gelen hükümetler maalesef kurumsal bürokrasinin ve askerin engeline takılıyordu. 1960 darbesinde hiçbir suçu olmadığı halde Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanı, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilmiş, içlerinde Zakar Tarver gibi Ermeni Demokrat Partili vekiller de işkence görerek öldürülmüşlerdi. Daha sonrasında her on yılda bir, kurumsal faşizmi halk iradesine galip getirmek isteyen vesayet odakları darbe yapmaya devam ettiler. Halkın seçtiği güçlü liderlerin önünü türlü karanlık oyunlarla kestiler. En son darbemizi henüz 28 Şubat 1997'de yaşadık. Üzerinden çok da geçmedi.
Bu tarihsel perspektiften bakıldığında, 3 Kasım 2002 tarihinde hükümet olan AK Parti, bir yumuşak güç olarak halkın sandıkta verdiği yetki ve iradeyi, vesayet odaklarına kaptırmamak için büyük mücadele sergiledi. Bu noktada darbe hazırlıkları, statüko medyasının itibarsızlaştırma kampanyaları, askerin 2007 yılında verdiği muhtıralarla karşılaştı, kapatılmaktan son anda kurtuldu.
Ama özellikle Türkiye'deki askeri ve sivil bürokratik vesayetin arkasına saklandığı en büyük kamuflaj olan PKK ile çatışmaların sona erdirilmesini amaçlayan çözüm sürecinin kamuoyuna mal olduğu 3 Ocak 2003 tarihinden itibaren, vesayet ittifakı tüm gücüyle hükümeti düşürmek veya Erdoğan'ı etkisizleştirmek için son oyununu oynamaya başladı. Çünkü biliniyordu ki, eğer çözüm süreci biterse, PKK savaşa dönerse yeni anayasayı yapmak mümkün olmadığı gibi, hükümet siyaseten güç kaybeder ve kaosun önü açılırdı. Bu ortaklığa Gülen hareketi üst yapısı da destek verdi, hatta yargı ve emniyete sızmış elemanlarıyla 17 ve 25 Aralık'ta Erdoğan'a dönük yolsuzluk susturucusu takılmış bir darbe yapmaya kalktılar.
Gezi krizini de polis şiddetine (ki bu şiddetin arkasından paralel yapının elemanları çıktı) karşı çıkan gençlerin elinden alıp bir iç savaşa çevirmeye çalıştılar. Son olarak da 6-8 Ekim'de PKK/HDP üzerinde beyaz Türklerin kurduğu baskı sonuç verdi ve 52 vatandaşın öldürüldüğü bir ayaklanma provası yaşandı. Öcalan Gezi'de Kürtleri sokaktan uzak tutmuştu, ama Kobani üzerinden gerçekleşen bu operasyonun başlamasına mani olamadı. Ancak sona erdiren de onun çağrısı oldu.
Tüm bu olağanüstülükler, yurtdışı ile bağlantısı eski olan seçkin medya ve aydınların üstün çabası ile "Türkiye'de diktatörlük var" kampanyasını meşrulaştırmak için sergilendi. Amaç 2014 ve 2015'te gerçekleşecek üç kritik seçimi etkilemekti. Çünkü artık asker açık darbe yapamıyor, medya ve yargı eliyle de 28 Şubat 1997 tarzı bir postmodern darbe de mümkün gözükmüyordu. Bu nedenle Türkiye'de düğmeye basılmış gibi, 2013 başından itibaren olağanüstü bir dönem başladı. Son olarak da 7 Haziran seçimlerine dönük olarak kaos yaratmak amaçlı olarak uzun süredir uykuda olan DHKP-C adlı bir terör örgütü infazlar yapmaya başladı. Ve ne yazık ki, ne ana muhalefet partisi CHP ne de diğerleri bu eylemleri kınamakta bile yavaş kaldılar. Öldürülen Savcı Mehmet Selim Kiraz'ın cenazesine tüm devlet ve hükümet yetkilileri katılırken, muhalefetten kimse bulunamadı. CHP medyası ile militanları özgürlük ve adalet savaşçıları gibi romantize ettiler.
İşte bu ortamda Türkiye en önemli seçimine doğru yol alıyor. Sistemin güvencesi halkın kendisi… Halk bu tür kışkırtmalara karşı çok tecrübeli ve iradesini manipüle ettirmiyor. Bu seçim de öyle olacak gibi gözüküyor.