Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu geçen hafta yaptığı "Üç kızın Suriye'ye geçişine ilişkin aracılık eden kişi yakalandı. Bu kişi IŞİD'e karşı oluşturulan koalisyonun bir üyesi adına çalışıyor" şeklindeki açıklama gündeme bomba gibi düştü. İngiliz uyruklu Shamina Begum, Anira Abase ve Kadiza Sultana adlı kızlar, İstanbul'da Doktor Mehmet Reşit kod adlı kişi tarafından karşılanmıştı. Kız çocuklarını 18 Şubat'ta Gaziantep'e götüren Reşit, onları daha sonra Suriye'de Ebu Bekir kod adlı IŞİD militanına teslim etti. Bölgedeki istihbarat kaynaklarından Mehmet Reşit kodlu kişinin Suriye uyruklu Mohammad Al Rashed adlı şahıs olduğunu belirleyen güvenlik güçleri, 28 Şubat'ta Şanlıurfa'da yapılan operasyonla bu kişiyi gözaltına aldı. Mohammad Al Rashed ilk sorgusunda şunları söylüyordu: "Kanada istihbarat servisi için çalışıyorum. Zaman zaman servisin aldığı biletlerle Ürdün'e giderek Kanada Başkonsolosluğunda topladığım bilgileri ilgililerle paylaşıyorum. Son olarak Shamina Begüm, Anira Abase ve Kadiza Sultana adlı kızları İstanbul'dan alarak Gaziantep otogarı yakınına getirerek, eleman aktarımı yapan şahıslarla irtibata geçtim ve Suriye'ye götürmek üzere teslim ettim. 21 Şubat 2015'te Kanada istihbarat görevlilerine bu konuda bilgi aktardım. Tüm bunları Kanada vatandaşlığını elde etmek için yaptım."
Rashed'in verdiği bu bilgiler doğruysa ortaya iki önemli soru çıkıyor. İlki Türkiye'ye uzunca süredir yapılan "Türkiye IŞİD'e yardım ediyor" propagandasının içinde acaba bu istihbarat örgütleri de var mı? Ya da, Batılı ülkeler, IŞİD ile ilgili çeşitli faaliyetlerini Türkiye üzerinden mi gizlemeye çalışıyorlar? Yine bir diğer iddia, Batılı ülkeler kendi içlerindeki kökten dinci olduklarını düşündüğü kişilerden kurtulmak için bu kanalı özellikle mi açık tutuyor?
Şüphesiz istihbarat örgütlerinin IŞİD gibi örgütlerin içine ajan göndermeleri bir korunma/önleme faaliyeti olarak kabul edilebilir. Ama baştan itibaren Türkiye'ye karşı alınan düşmanca tutum hiç de normal değil. Türkiye'nin IŞİD ile karadan savaşacak gücü sağlaması için yapılan baskılar da malum. Türkiye çok mantıklı bir biçimde, savaş bölgesine olan 1250 km sınırı itibarıyla kendisini bu felaketten korumaya çalışırken, koalisyon güçlerinin daha kapsamlı ve sorumlulukları eşit dağıtılmış bir strateji talep ediyordu. Yani Türkiye, IŞİD'in Irak ve Suriye'deki yönetimlerin insanlık dışı yönetim biçimlerinin bir sonucu olduğunu ifade ediyor ve koalisyon güçlerini yeni bir Ortadoğu hukuku oluşturmaya çağırıyordu.
Ancak IŞİD meselesinde, Batılı ülkeler bencil bir biçimde Türkiye'den sadece piyade rolü oynamasını bekledi ve bu talebi karşılanmayınca Ankara üzerinde IŞİD yanlısı yaftasını bir koz olarak kullandı. Batılı medyada akıl almaz haberler hiç eksik olmadı. Bu arada Türkiye IŞİD'i ilk kez havadan bombalayan ülke oldu. Kobani de Türkiye'nin topraklarını ağır silahlı peşmergeye açmasıyla kurtuldu. 1.7 milyon Suriyeli ve Iraklı, din, mezhep ve ırkına bakılmaksınız ülkeye kabul edildi. Türkiye bu mültecilere gıda yardımını bile kesen BM'nin övgüyle söz ettiği yaşam alanları kurdu, beş milyar dolar kaynak harcadı. Türkiye bunları yaparken, Batılı ülkelerin katkısı yüzde beşi bile bulmazken, tüm Avrupa Türkiye'nin kabul ettiğinin yüzde onundan daha az mülteci kabul etti. Diğer sorun ise tabii ki etik. Suriye'deki cehennemden kaçmaya çalışan insanların vatandaşlık karşılığında ajanlaştırılmaları gerçekten ciddi bir ahlaki sorun.
Türkiye buna rağmen, Musul'a yönelik operasyonda kilit rol oynayacak. Ancak kabul edilmeli ki, müttefik olarak görülen ülkelerin Türkiye'ye yönelik bu haksızca muamelenin de sona ermesi gerekiyor.