Türkiye'de demokratikleşme ve normalleşme konusunda çok ilginç ve sert bir dönem yaşanıyor. "Kutuplaşma ve çatışma" konusunda garip bir ittifak, güçlü medyaları ile 13 yıllık reformların mimarı ve iradesi olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı sorumlu tutsalar da, yaşanan gerçekte pek öyle değil. Sorun temelde demokratik bir dönüşüme verilen statüko tepkisinden kaynaklanıyor. 80 yıl boyunca elit ve dar seçkin bir kadro hem bürokrasiye hem de ekonomiye egemen oldu. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra çok partili rejime geçmek zorunlu olunca da, seçilen hükümetleri baskı altına alacak mekanizmalar geliştirildi.
O mekanizmalar başta askerin öne sürüldüğü, tankların sokaklara çıktığı açık darbeler şeklinde oluyor, 27 Mayıs 1960 darbesinde Başbakan, bakanlar idam ediliyordu. Aynı bugün General Sisi'nin darbesi ve işlediği insanlık suçları gibi Türkiye'deki feci demokrasi katliamları Batı tarafından hoş görüldü. Eh, omlet yapmak için yumurtaları kırmak gerekirdi.
Bu seçimle gelmeyen, seçimle gitmeyen, ama seçimle gelen hükümetler kendi arzularına uygun davranmadığında askeri darbeye ikna eden veya sokağı hareketlendiren ittifakın ortak özelliği jakoben laik olmaları ve dindarlardan nefret etmeleriydi. İşin ideolojik kısmı bu, lakin ülkenin yüzde 95'inin yönetime yaklaştırılmadığı bir düzende, bu yüzde 95'in ekonomik payı da yüzde 5'e akıyordu. Yani hem laikliğin istismarı hem de ekonomik anlamda ahlaki bir düşkünlük ile karşı karşıyaydık.
İşte temel olarak 3 Kasım 2002 tarihinden itibaren Erdoğan iktidarları ile değişen bu düzen oldu. Erdoğan, oylarını aldığı tabanının en can acıtıcı talebi olan başörtüsü yasağını kaldırmak için bile 10 yıl beklemek zorunda kaldı. 2008'deki ilk denemesinde, Anayasa Mahkemesi iktidar partisine kapatma davası açtı. Parti kapatılmaktan son anda kurtuldu ama suçlu bulunarak ağır para cezasına çarptırıldı. Dindar kadınlar başörtüleriyle üniversitelere gidebilsin dendiği için yaşandı bunlar.
Yani Erdoğan çok ani, hızlı ve sert bir yöntem de seçmiş değildi. Mümkün olduğu kadar toplumsal kesimleri, askeri ve yargı bürokrasisini rahatsız etmeden demokratik dönüşümü yapmayı planlıyordu. Bu adımları da Meclis içinde, siyaset dahilinde, şiddet içermeyen sivil yöntemlerle yapıyordu. Son 12 yılda ülkede 9 seçim yapıldı. Bu seçimlerin hepsini AK Parti kazandı. Dokuz seçimin yapıldığı bir ülkede diktatörlükten bahsetmek kadar saçma bir şey olamaz. Ama oluyor; hem de kampanya halinde…
Türkiye'yi yıllardır dünyaya anlatan bir avuç imtiyazlı gazeteci, akademisyen ve tabii ki Hürriyet gibi gazetelerin başını çektiği medya, bugün Gülen hareketi elitlerinin hükümete cephe alması ile garip bir ittifak haline geldiler. Dolayısıyla, dünyaya ters yüz edilmiş bir Türkiye fotoğrafı vermek için seferberlik halindeler. Bunun Batı'da alıcısı var tabii. Hem Türkiye konusunda yıllardır çalıştıkları adresler bunlar. Hem de dindarların demokrat olamayacağına dair önyargı konusunda birleşiyorlar.
Tabii bir de reel politik var. Batılı ülkeler, Türkiye konusunda vizyon belirlerken, bir avuç nefret dolu jakoben laikçinin sözlerine göre karar vermez. Ama bu propaganda, Türkiye üzerinde baskı kurmak için etkili bir kart olabilir. Yani aslında karar verici mekanizmalar Türkiye'de demokrasi açısından hiç olmadığı kadar iyi gittiğinin aslında farkındalar. Sorun değil; Türkiye etkili bir momentum yakaladı ve Kürtlerle birlikte halkın en az yüzde 60-70'i sürecin arkasında. Halkın görüşleri dizayn edilemiyor. Türkiye bir Ukrayna, bir Mısır olmayacak. Ama zorluklardan geçerken, kendi özgün demokrasisini daha köklü şekilde kuracak.