Bir önceki yazımda 1915'i en doğru açıklayacak terimin ne olduğu üzerinde yaşanan çekişmenin 1915'te aslında ne olduğunu anlamaya dönük çabanın üzerini kalın bir şal gibi örttüğünü iddia etmiştim. Öncelikle, tüm bu siyasi bağlamı ihmal ettiğinizde, 1915'te yaşananların 1948 BM Soykırım Beyannamesindeki şartları karşıladığını düşünürüm. Bunu zaten "soykırım" teriminin hukuksal altyapısını kurmak için uğraşan Raphael Lemkin de teslim ediyor.
Ermeniler ise, anayurtlarından dağıldıkları dünyanın değişik köşelerinde ancak 1960'larda kendilerine gelebilmişlerdi. Aynı yıllarda Eichmann davası görülüyordu. Böylelikle Türkiye'nin inkârcılığı karşısında Ermeniler kalabalık oldukları ülkelerde lobi faaliyetlerine başladılar ve parlamentolarda 1915'i soykırım olarak kabul ettirme süreci de başlamış oldu. Buna kimse itiraz edemez. Şiddet içermeyen her türlü sivil mücadele biçimi, meşrudur. Ancak yetmişlerle birlikte ASALA terörü Türk diplomatların canlarını almaya başladığında, bu sertliğin sivil alanı da tesiri altına aldığı ifade edilebilir. Türkiye devletinin inkârcı tutumunun bu cinayetlerle daha meşru bir zemin hazırladığını söyleyebiliriz. Nitekim ABD, Başkan Reagan'dan sonra bu cinayetlerin başlaması ile Türkiye'nin tezine daha yakın durmaya başlamıştı.
ASALA'nın cinayetleri, Türkiye'deki inkârcı tutumu tahkim etmiş, 1915'e daha tarafsız bir perspektiften bakmak isteyen akademisyen ve gazetecilerin de sesini kısmıştı. ASALA terörü olmasa Türkiye daha erken bir tarihte nesnel bir yaklaşıma yanaşabilirdi demek aşırı yorum olur; çünkü Türkiye'nin pozisyonu ideolojikti ve devlet aklında yer etmişti. Ama daha olumlu bir zemini daha erken yakalayabilirdik. Öyle veya böyle, taraflar enerjilerini inkârcılık ve inkârcılığın meşruiyet kazanması etrafında harcadılar. Adeta birbirini besleyen bir olumsuz enerji farklı seslerin çıkmasına müsaade etmiyordu.
Mücadele Türkiye'nin inkârcı tutumunu muhatap almıştı. Türkiye bu konuda uzun süre pozisyon değiştirmeyince, bu durumun bir statüko yarattığı ve anomalinin farkına varılamadığı söylenebilir. Çünkü inkâra karşı tutum, 1915'i anlama, anlatma çabası anlamına gelmez. Dolayısıyla 1915 çalışmalarında konu merkez anlamından, siyasi sonuçları üzerine kaydı. Böylelikle 1915 içerik bakımından değil, siyasi birtakım sonuçları üzerinden anlaşılmaya çalışıldı.
Daha uzun zaman da böyle devam edebilirdi. Ancak, Türkiye tarafında yeni bir durum söz konusu… Bu durum inkârın terk edilmesi anlamına gelecek bir süreci başlatmış durumda. Bu durum devletin resmi söylemine dahi yansımış durumda. Geçen sene yayımlanan 1915 taziyesi, bu sene Hrant Dink'in ölüm yıldönümünde başbakanlığın yaptığı ezber bozucu açıklama, ama bunlardan daha önemlisi, Türkiye toplumunun resmi tezi bir kenara fırlatıp 1915'te yaşanan Büyük Felaketi anlama çabası sonuçları itibarıyla oyunun kurallarını değiştirme gücüne sahip.
Bu adımları 1915'in yüzüncü yılını hasarsız atlatmak için geçici bir strateji olarak değerlendirmek başı kuma sokmak olur. Çünkü Ermeni meselesi Türkiye için geçmişi ile yüzleşme ve yeni bir başlangıç yapma arzusunun sembolik alanlarından birisi. Bu duruma pragmatist bir kararla değil, bu yüzleşme çabasının 12 yıllık sürecinde gelindi. 12 yıllık demokratikleşme ve eski Kemalist devlet ile yolları ayırma yolunda atılan adımların doğal bir sonucu da Ermeni sorununda daha gerçekçi ve vicdani yüzleşme arzusunun toplumda ağırlık kazanması oldu.
Özetle, bu süreç Türkiye'de güçlenerek devam edecek. Bu olmuyormuş, Türkiye hala eski pozisyonunu koruyormuş gibi davranmak, bir süre sonra yel değirmenlerine karşı savaşır durumda kalmayı getirebilir. Türkiye değişirken, Ermenistan ve tüm dünya Ermenilerinin de buna göre güncel bir pozisyon alması gerekir. Yoksa bu da bir tür inkâr anlamına gelir ki, değişim kendini inkâr edenleri her zaman zor duruma düşürür.