Devlete karşı son Kürt isyanını 1984 yılından beri PKK üstlendi. PKK, silah gücüne dayalı hegemonyasını devlete karşı olduğu kadar, Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı Güneydoğu ve Doğu bölgelerinde diğer muhalif Kürt gruplara da uyguladı ve onları sindirdi. Devlet, 1980 darbesinde uyguladığı Kürtlere yönelik şiddet pratiklerini 1990'ların ortalarına doğru arttırdı. JİTEM adı verilen ordu ve polis kaynaklı cinayet şebekeleri, binlerce faili meçhul cinayet gerçekleştirdiler. Bu çılgınlık sarmalında çoğu Kürt 40 bin insan hayatını kaybetti, sayısız insan sakat kaldı. Binlerce köy yakıldı, milyonların üzerinde Kürt büyükşehirlerin varoşlarına yığıldı.
Öyle oldu ki, şiddet ülkede tek itibar gören yöntem haline geldi. Bu durumda organize tek silahlı grup olan PKK'nın üstünlük kuramaması sürpriz olurdu. PKK'yı meşru kılan, devletin rutin ve hukuk dışına çıkan şiddet yöntemleriydi. PKK şiddeti ülkedeki askeri veya sivil vesayeti de güçlendiriyordu. Sorunla siyaset değil, asker "mücadele" ettiğinden, ordunun itibarı ve gücü siyasetten daha yüksek olacaktı.
Bu dengede AK Parti hükümetleri döneminde radikal değişim yaşandı. AK Parti, hem ahlaki açıdan, hem de iktidar olabilmek için bu sorunu çözmek zorunda olduğunu biliyordu. Oslo görüşmeleri ile ilk kapsamlı müzakereler başladı. Örgütün "demokratik özerklik" ısrarı ve Öcalan'ın dışlanması nedeniyle bu süreç yarıda kesilse de, temeli 2012'de atılan, Erdoğan'ın iradesi ile MİT'in hayati rol aldığı çözüm sürecinde anlamlı bir döneme girildi.
3 Ocak 2013 tarihinde ilk BDP Heyeti'nin İmralı'da Öcalan'ı ziyaret etmesiyle kamuoyuna açılan süreç daha ilk günlerinden itibaren hedef oldu. Paris'te Sakine Cansız ve iki PKK'lı kadının suikasta kurban gitmesi, istihbarat örgütlerinin Öcalan'a "geri çekil" uyarısıydı. Ardından yaşanan Gezi krizi Kürtlerin sokağa çıkıp çatışması için bahane edildi. Nitekim PKK Gezi sürecinde söz verdiği sınır dışına çekilme kararını askıya aldı. Bu arada 2014'ün ekiminde yaşanacak ve 51 vatandaşın öldürüleceği Kobani olayları için zemin oluşturulmaya başlandı. PKK, dış ve iç medya sürekli yalan haberler üretti ve AK Parti'nin IŞİD'i YPG aleyhine desteklediği propagandası yapıldı. 6-7 Ekim olayları Kürt partisi ve KCK'nın çağrısı ile başlayan sokak protestolarıydı. Yıkım korkunç olmuştu. Sürecin bittiği kesindi.
Ama beklenen gerçekleşmedi. Hükümet PKK'nın kamu düzenine tehdit üreten şiddet pratiklerine karşı net bir tavır sergilerken, barışa sahip çıkma becerisini de gösterdi. Aslında bu olaylar bizzat Öcalan'a karşı bir darbe girişimiydi. Öcalan şu ana kadar geri adım atmadı. Gelinen noktada barış çok yakın. Ancak PKK güven vermiyor. Kobani olayları ile kendisine Batı'dan gösterilen ilgi güç zehirlenmesi yaratmış gibi. Tabii şiddet sonrası Kürt toplumunu cezbedecek siyasi beceriyi kendilerinde görmemenin yarattığı güvensizlik de var. Dolayısıyla Kobani'de bir Kürt devleti yaratma imkânı ufukta belirmişken, Türkiye'de silah bırakmayı cazip bulmuyorlar. Hükümetten nefret eden sözde sol ve liberal seçkin Türklerin de HDP ve Kandil üzerinde etkisi güçlü.
Ancak sorun şu ki, hem örgütün tartışılmaz lideri Öcalan barış istiyor, hem de Kürt halkı. Ayrılıkçı Kürt milliyetçiliği toplumda çok karşılık bulmuyor. Dolayısıyla, anlamlı bir neden olmadan savaşı tekrar başlatan tarafın bu kararın altında kalacağı, toplumca terk edileceği görülüyor. 51 kişinin öldüğü Kobani olaylarının kışkırtılması bu sorumluluğu hükümetin üzerine yıkma taktiğiydi ama tutmadı. Aslında süreç final yapmak için gün sayıyor. Altyapı ve çerçeve üzerinde anlaşılmış durumda. Ancak örgüt olumlu bir adım attıktan sonra artık barıştan dönüşün olmadığının farkında. Hükümet de boşa düşmemek için Kandil'in vereceği kararı gözlüyor. Gerisi teknik bir süreçten ibaret… Atılamayacak bir adım yok. Tüm rezervler aşılmış durumda.