Papa Francis'in Türkiye ziyareti yine kasım ayına denk geldi ve bu son ziyaret ile dördüncü kez bir Papa ülkeyi ziyaret etmiş oldu. Malum Türkiye'nin dünyada ciddi bir cenderenin içine sıkıştırılmaya çalışılan bir dönemde bu gerçekleşti. Bu manada bir buçuk milyar Katolik vatandaşın ruhani önderi olan ve özellikle Katolik ülkeler bazında da etkisi bulunan bu dünyanın en küçük ama en zengin ülkesinin liderinin Müslüman bir ülkeyi ziyareti her anlamda çok önemli. Türkiye, Suriye ve Irak'ta son üç-dört yıldır yaşananlara, Filistin sorununda ve Mısır'da Mursi'nin General Sisi tarafından darbeyle yönetimden uzaklaştırılmasında özel ve farklı bir pozisyonda bulundu. Sadece bu üç konuda genel eğilimin dışında kalmıyor, aynı zamanda Erdoğan ve Davutoğlu, BM'ye ve genel kurul üyelerine ağır eleştiriler getiriyordu.
Birinci Gazze saldırısı, Türkiye'nin arabulucusu olduğu İsrail/Filistin müzakereleri sürecinde bir oldubittiye getirilmişti. Suriye konusunda ise, 2011'in bahar aylarında ilk çatışmalar başlarken Esad ile ortak bakanlar kurulu toplayacak kadar ilişkileri geliştiren Türkiye Obama'nın "Esad gitmeli" çıkışını erken bulmuş ve Şam yönetimi ile ilişkileri hemen kesmeyerek felaketi diplomasi yoluyla önlemeye çalışmıştı. O dönemde Esad ile ilişkileri kesmemekte (altı/yedi ay kadar) direnen Türkiye yine hedef olmuştu. Bir sene öncesinde ise, Türkiye Brezilya ile BM Genel Kurulu'nda geçici üye oldukları dönemde İran ile nükleer konusunda Batı ile bir uzlaşma sağlaması için yoğun çaba harcamış, bu çabası yine hedef olmasına yol açmıştı.
ABD birden pozisyon değiştirip Suriye'yi unutmaya karar verince, Türkiye bu alanda yine yalnız kaldı. Bu sefer de Suriye'ye gereğinden fazla burun sokmakla suçlandı. Oysa Türkiye'nin tezi, 300 bin insanın öldüğü, yedi milyon insanın da mülteci durumunda düştüğü bu trajediye duyarsız kalmanın ahlaki olmayacağıydı. Üstelik ılımlı muhalifler desteklenmediği müddetçe de sahadaki radikaller artan vahşet ile güç kazanıyorlardı.
Bugün itibarıyla İran'ın P5+1 ülkeleri ile içine girdiği süreç, Türkiye'nin 2010 sürecinde iddia ettiği model üzerinden yürüyor. Ilımlı muhaliflerin desteklenmemesinin IŞİD'i güçlendirdiği, Irak'taki sorunun Suriye'den ayrı ele alınamayacağı bizzat ABD tarafından kabul ediliyor. Ama Türkiye sadece IŞİD'in gücünü indirgemeyi amaç edinen stratejik zayıflıkta bir piyade rolünü oynamayı reddediyor. Bu nedenle de özellikle medya üzerinden IŞİD yanlısı yaftasıyla baskı altına alınmaya, Filistin/Mısır konusundaki duruşu nedeniyle de cezalandırılmaya çalışılıyor.
Oysa Papa Francis da Avrupa Parlamentosu'nda ve Türkiye'de yaptığı konuşmalarda Ankara'nın pozisyonunu teyit eden uyarılarla ortaya çıkıyor. Papa Türkiye hakkında şöyle bir duada bulunuyor mesela: "Her şeye haiz olan Tanrı Türkiye'yi korusun ve gözetsin, onu kalıcı bir barışın inşacısı yapsın". Nitekim Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan da "Papa hazretleri ile hemen hemen her konuda hemfikiriz" açıklaması yaparken, Ortadoğu'daki Hıristiyanları hedef alan terörü de sert biçimde eleştiriyordu.
21. Yüzyılın kurallarının belirlendiği açılış yıllarındayız. Eğer Ortadoğu'ya sadece petrol, doğalgaz ve İsrail'in öncelikleri üzerinden bakılmak isteniyorsa, bu Sykes-Picot 2.0 sürümünü güncellemek demektir. Tiranlar, diktatörler ve bölge/mezhep savaşları üzerinden bölgede ucuz maliyetli kontrol sağlamaya devam etmek, bunun dışında yaşanan insani trajedilere göz kapamak.
Real politiği, güç dinamiklerini ve milli menfaatleri yok sayamayız. Ancak, acaba bu oyunu oynamanın tek yolu bu mudur? İsrail, Filistinlilerin sürekli öldürüldüğü, kuşa dönmüş topraklarının sürekli küçültülmesiyle mi daha güvende olur, yoksa kalıcı ve adil bir barışla mı? ABD, dünyada demokrasi iddiası ile lider ülke olma arasındaki ilişkiyi, barışı tesis eden öncü ülke olarak mı daha sağlıklı yürütür, yoksa dış politikasını lobilere teslim ederek mi? Papa, bence Türkiye'nin tavrını AB ve ABD'den daha adil bulmuş olmalı ki, Türkiye'ye "Barışın inşacısı ülke" olarak seslenmeyi uygun bulmuştur.