Şu bir gerçek ki, Türkiye'nin Suriye ve Irak başta olmak üzere önerdiği yeni Ortadoğu planı hem Batı, hem İsrail hem de bölge ülkeleri için kazan-kazan mantığı üzerine oturan insan merkezli bir stratejidir. Türkiye ABD ve İsrail'e kategorik olarak düşman olmayan, ancak bazı önemli konularda görüş ayrılıkları taşıyan laik bir Müslüman ülke. Türkiye bu özelliği ile hem Batı, hem de Doğu ile ilişki kurabilen, yıkılan köprüleri onarma itibarına ve olanaklarına sahip kilit önemde bir ülke. Bu manada Türkiye'nin bu potansiyellerinden faydalanmak yerine, onu istenen noktaya sıkıştırma çabasının büyük bir fırsatı heba etmek anlamını taşıyor.
Türkiye'yi, ekonomisi ve dış siyaseti uzaktan kumanda edilebilecek bir noktada tutmanın, ona boyun eğdirmenin maliyeti, Türkiye ile eşit ilişki kurarak onunla işbirliği yapmaktan çok daha yüksek olduğunu, bundan kimsenin karlı çıkmayacağını görmek gerekiyor. Türkiye hem İslamofobi, hem anti-semitizm, hem ABD-Batı düşmanlığı ve hem de Doğu'ya kolonyal bakışa karşı çıkan olgun bir demokrasi haline geliyor. Bir yandan ekonomisini geliştirirken, bir yandan da otoriter Kemalizm'in acı çektirdiği ve ötekileştirdiği toplum kesimlerine kucak açıyor. Milyarlarca liralık Hristiyan ve Musevi vakıf malları ki bunları "laik Kemalistler" yağmalamıştı, iade edildi. Kapalı okullar açılıyor, kiliseler tamir ediliyor, Kürtler artık dillerini konuşabiliyor ve öğrenebiliyor.
Türkiye Kıbrıs ve AB üyeliği konularında çifte standarda uğradığı halde, iki konuda da ilerleme perspektifini koruyor. 1915 Ermeni Tehciri konusunda ise Başbakan düzeyinde bir taziye mesajı yayımlandı. Bu mesaj, belki Ermenileri tatmin etmeyebilir ama Türkiye'deki inkâr politikaları ve Ermenilerin çektiği sıkıntılar hatırlandığında, devlet bakışının resmen değiştiğini gösterir. Tüm bu konularda bu ülke sadece 10 sene evveli ile siyah ve beyaz kadar farklı bir noktadadır. Böyle bir fikri ve ekonomik kalkınma içindeki başarılı bir ülkeden, 2001 krizinde IMF'nin dayattığı kanunları emir telakki eden dönemin hükümetleri gibi bir edilgenlik beklenemez. Bu adil de değildir, gerçekçi de…
Suriye iç savaşı başladığında Türkiye hükümeti, başbakan ve dışişleri bakanı düzeyinde Şam yönetimini bu korkunç yoldan vazgeçirmek için çok çaba sarf etti. O dönemde ABD Başkanı Obama "Esad gidecek" demiş ve Türkiye bu arabulucu çabaları yüzünden baskı altına alınmıştı. ABD'nin oyun planında Suriyeli ılımlı muhalifleri desteklemek vardı. Türkiye ise Esad'ı ikna ederek demokratik reformlarla bu savaşı önlemenin yollarını öneriyordu Şam'a. Üç önerisinden birisi de Kürtlerin vatandaş olarak tanınıp haklarının verilmesiydi. Daha sonra ABD kendi güvenlik bürokrasisinin önerisinin tersine bu bölgeyi kendi haline bıraktı. Türkiye ağır bir yükle tek başına kaldı. Tüm bu dönemlerde Türkiye ABD'yi Irak'taki Maliki'nin mezhepçi şiddeti ve Suriye'de ılımlı muhaliflerin desteklenmemesi halinde radikal grupların güçleneceği konusunda uyarıyordu. 2012'nin sonuna kadar Suriye'de radikal gruplar oldukça marjinaldi.
Şimdi ise, IŞİD denen grup her iki ülkede büyük bir hâkimiyet kurdu. Ilımlı muhalifler zayıfladı ve birçoğu silahları ile birlikte IŞİD'e katıldı. Şimdi bunlara yapılan yardımlar IŞİD'e yapılmış gibi Türkiye suçlanıyor. ABD yönetimi bu taktiksel hatayı hem ABD içinde hem de dünyaya karşı Türkiye'nin üzerine yıkmaya çalışıyor. Palyatif bir PR çalışması gibi duran hava bombardımanlarının ötesine geçmediği gibi, Türkiye'nin kapsamlı çözüm önerilerine kulak tıkayıp ondan Suriye'ye girip bu balçığa batmasını bekliyor. Türkiye bu dayatmayı kabul etmeyecek gibi. Ama bundan herkes zarar görecek. En doğru yol ortak bir strateji üzerinde anlaşmak. Bunun dışındaki her seçenek kargaşa demektir.