Kaşıkçı krizinin başlangıcından itibaren, Türkiye'nin asıl hedefinin ne olduğu bazı çevreler tarafından sorgulanmakta. Türkiye'nin kendi sınırları içinde işlenen bu cinayeti çözme isteğinin ardında yatan çeşitli sebepler var. Krizdeki yeni gelişmelerle birlikte, Türk hükümetinin daha başka gerekçeleri olduğu da görülmeye başlandı.
Öncelikle, cinayetin İstanbul'da işlendiğini unutmamak gerekiyor. İstanbul son dönemlerde, kendi ülkelerinde muhalif veya rejim karşıtı olarak görülen çeşitli gruplara ve kişilere ev sahipliği yapıyor. Suriyeli muhalifler, Mısır'daki askeri rejime karşı çıkanlar ve Yemenli aydınlar İstanbul'a sığındı. Bu bağlamda Türk hükümeti, Kaşıkçı vakasının yabancı istihbarat teşkilatları için muhaliflere İstanbul'da suikastlar düzenlemek açısından örnek oluşturmasını istemedi. Geçmişte Rus ajanları bazı muhalif Rusları İstanbul'da öldürdüğünde, Türk güvenlik güçleri aynı şekilde hareket ederek saldırganları tutuklamıştı. Kaşıkçı hadisesi sadece Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki bir mesele değil, Türkiye'nin daha önce bu tür faaliyetlere karşı gösterdiği tepki ile de uyumlu bir olay. Ayrıca kriz sırasında Türk güvenlik güçlerini asıl sinirlendiren şey, Kaşıkçı kılığına girmiş birinin kullanılmasıydı. Kaşıkçı konsolosluğa girdikten kısa bir süre sonra, bu kişi binadan çıkarak İstanbul sokaklarında dolaşmıştı. Kaşıkçı rolü oynayan bu kişinin varlığı, Suudi yetkililerin Kaşıkçı'nın nerede olduğuna dair yaptığı ilk açıklamanın maksadını ortaya koydu. Zira yetkililer, Kaşıkçı'nın konsolosluk binasından ayrıldığını söylemişti. Türk yetkililere göre bu hamle, Suudi infaz timinin suçu ve sorumluluğu Türkiye'nin üstüne yıkma amacını gösteriyordu. Böylece Türkiye, gazetecilerin ortadan kaybolduğu veya kaçırıldığı, güvenli olmayan bir ülkeymiş gibi gösterilecekti. Bunlara ilaveten, bu suçun işlenmesi Türkiye'nin egemenliğine yönelik ciddi bir ihlal anlamı da taşıyordu. Haberin duyulmasının hemen ardından bu ihlale tepki gösteren çevreler, konsolosluk önünde gösteriler düzenledi. Bu yüzden, Türk hükümeti farklı bir şekilde davransaydı bile kamuoyunun öfkesi ve tepkisi onu yine şimdiki gibi davranmaya yöneltirdi.
İkinci olarak, meselenin bölgesel bir boyutu da var. Türkiye'nin, Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)-Mısır ekseninin bölgede yaptığı şeylerden rahatsız olduğu bir gerçek. Bu ülkelerin attığı sorumsuz adımlar önce Yemen'de, yakın zamanda da Katar'da ciddi krizlere yol açtı. Cinayetin ayrıntıları belli olmaya başladığında Türk hükümeti, bunun söz konusu eksenin yeni bir sorumsuzluğu olduğunu ve bunların ülkenin başka yerlerinde de benzer suçları işleme tehlikesi bulunduğunu düşündü. Türk kamuoyu özellikle, BAE'nin yabancı ülkelerdeki siyasi liderlere suikast düzenlemek için eski özel kuvvetler mensupları ile başka paralı askerleri topladığı yönünde Batıda çıkan haberleri izlemekteydi. Bir gazetecinin İstanbul'da öldürülmesi, bu timlerin yeni bir eylemiyle karşı karşıya olunduğu endişesi yarattı. Öte yandan, Suudi Arabistan'la ilişkiler bağlamında şu noktayı hatırlamak önemli; Türkiye daha en baştan itibaren bu krizi Suudilerle ve uluslararası toplumla birlikte yönetmeyi hedefledi. Bazı gözlemcilerin yorumlarının aksine, Türkiye Suudi Arabistan'la arasındaki bağların zarar görmesini asla istemedi. Bu, Türkiye'nin dış politikasından açıkça görülebilir. Katar krizi sırasında Suudi Arabistan-BAE-Mısır ekseni bu ülkedeki Türk üssünün kapatılmasını istediğinde bile, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bölgede sözü geçen biri olarak gördüğü Suudi Kralı'nı arayarak sorunu çözmesini istemişti. Ancak Türk hükümeti Suudi yetkililerin, Türk savcıların ve güvenlik güçlerinin cinayetle ilgili elde ettiği bulgulara şüphe düşürmemesini de istiyordu. Hadisenin bir diğer boyutu da ABD'nin konuya yönelik tepkisiydi. ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin hızla geliştiği ve bölgedeki stratejik ortaklıklarının giderek güçlendiği düşünülürken, ABD'deki değişik devlet kurumlarının tepkileri gösterdi ki ilişkilerdeki hızlı gelişme esasen Trump ve onun iç kabinesi ile Suudi kraliyet ailesi arasında gerçekleşmekte.
Son olarak, Kaşıkçı meselesi Türkiye açısından daha genel bir endişe yarattı. Türkiye Ortadoğu'nun geleceği hususunda yıllardan beri, bölgedeki düzenin çökmekte olduğunu belirtiyordu. Geçtiğimiz birkaç yılda, bir terör örgütünün bölgede bir tür devlet kurmasına tanık olduk. Ardından bir süper güç, bir başka terör örgütünü kullanarak bu örgütü yenmeye çalıştı. Bölgedeki acımasız bir rejim, sivil halka karşı kitle imha silahları kullandı. II. Dünya Savaşı'ndan sonraki en büyük insani krizle karşı karşıya kalındı. Bir ülke, bir başka ülkenin başbakanını alıkoydu. Bir diğer ülke ise, bölgedeki hemen her ülkeyi karıştırmak için vekil güçlerini harekete geçirdi. Artık bölgede birkaç çökmüş devlet var ve bu ülkelerin istikrara ve huzura kavuşturulması veya yeniden imarı için ortada hiçbir plan yok.
Büyükelçilik ve konsolosluk binalarını sorgu, işkence ve infaz yerlerine dönüştüren bütün bu karmaşanın ortasında, düzen adına var olan her şey tamamen yerle bir olacak. Bölgedeki düzenin çökmesinden zarar gören Türkiye, terör örgütlerine hedef oluyor, kargaşadan kaçan mültecilerin akınına uğruyor, çöken devletlerden yayılan şiddete ve suçlara maruz kalıyor. Bu yüzden Türkiye, başka düzensiz unsurların sınırlarına doğru yaklaşmasını önlemeye çalışıyor. Dahası, Türkiye'ye göre bu gelişmeler uluslararası düzene de tehdit oluşturuyor. Mevcut sistem düzeltilmez veya gözden geçirilmezse, bu süreçte uluslararası normların ve anlaşmaların ihlaliyle birlikte düzen kaosa girecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 23 Ekim'deki konuşmasında Viyana Sözleşmesi'yle ilgili sarf ettiği sözler de bu duruma bir tepkiydi.
İşte tüm bu sebeplerden dolayı, Türkiye'nin bu krize tepki göstermemesi imkânsız. Türk yetkililerin çeşitli kereler söylediği üzere, cinayetin sorumlularını ortaya çıkarmak, benzer bir suçun işlenmesini önlemek ve mevcut normları ve kuralları ihlal etmeye niyetlenenleri caydırmak amacıyla soruşturmada sonuna kadar gidilecek.