Çoğu James Bond filminde, ABD ile İngiltere'nin ortak bir düşmana karşı işbirliği yapması sürekli vurgulanır. Bu filmlerde, İngiltere'deki istihbarat karargâhlarındaki yöneticiler "Langley"den (CIA) bahsederken, Bond da yurtdışı görevleri sırasında kendisine hedef hakkında önemli bilgiler veren Amerikalı bir dostundan yardım alır. Ancak jeopolitik üzerine çalışan James Bond uzmanlarının da belirttiği gibi, bu karakterler farklı roller üstlenir. James Bond düşmanla mücadele ederken yakışıklılığını ve cazibesini yumuşak güç olarak kullanan, kültürlü, zeki ve kurnaz bir ajandır. Amerikalı arkadaşı ise, daha az kültürlü olmakla birlikte teşkilatının askeri imkân ve kabiliyetleri sayesinde daha kudretli bir kişidir.
Bu filmlerde Ajan 007'nin başkalarının yardımına ihtiyaç duyması, birbiriyle ilişkili iki jeopolitik gerçeğe işaret eder. İlk olarak, geçmişte bir süper güç olmasına ve dünyanın farklı bölgelerinde çıkarları bulunmasına rağmen İngiltere, ABD'nin desteği olmadan jeopolitik baskıları ve tehditleri idare edememektedir. İkincisi, daha genel bir gerçeklik olarak, Soğuk Savaş ortamında ittifak kurmadan ayakta kalmak zordur. İttifaklar ve ortaklıkların hasımlara karşı zafer kazanmak açısından önemli olduğu kabul edilmektedir. Soğuk Savaş sırasında bunlar mühim gerçekler idi. O dönemin daha başlarında Roosevelt ile Churchill arasındaki işbirliği ve uyum, iki ülkenin rollerinin değiştiği yeni bir dünya düzenine yumuşak geçişi işaret ediyordu. Soğuk Savaş boyunca James Bond bu ittifakın önemini ve gücünü kısmen temsil ediyordu.
Soğuk Savaş'ın bitişi bu gerçeklikleri biraz daha karmaşık hale getirdi. 1990'larda dünyadaki tek kutupluluk ve ABD hegemonyasına rağmen tehditler daha çeşitli, küresel ve daha öngörülemez bir hal aldı. Bu riskler ittifakları çok daha önemli kıldı. Sadece İngiltere'yle değil, dünyanın çeşitli yerlerindeki müttefiklerle kurulan ittifak ilişkilerinin önemi de hızla arttı.
Ancak ittifaklara olan ihtiyacın arttığı bu kritik dönemde, ABD'nin giderek güçlenen tek taraflı politikaları müttefikleri kızdırmaya başladı. Mesela Irak Savaşı esnasında ABD çoğu müttefikinin desteğini kaybetti. Fakat İngiltere yoğun kamuoyu baskısına ve Avrupa'nın muhalefetine rağmen yine de ABD'yle birlikte hareket etti ve Blair hükümeti 2003'teki Irak savaşını destekledi. O dönemden bu yana Ortadoğu daha istikrarsız hale gelirken, uluslararası düzen de dengesizleşti. Obama döneminde ABD'nin tek taraflılığı bu kez de, kararsızlık ve eylemsizlik vasıtasıyla devam etti. Müttefiklerin çoğu, ABD'nin yükümlülüklerini yerine getireceğine dair güvenini kaybederek tek başına hareket etmeye başladı. Örneğin, İngiltere parlamentosu Esad rejiminin Guta'daki kimyasal silah saldırısının ardından Suriye'ye yönelik askeri bir müdahaleye destek vermedi. Bu karar Washington'daki karar alıcıların çoğunu şoke etti. Ayrıca İngiltere ABD'nin muhalefetine rağmen, Çin liderliğinde kurulan Asya Altyapı Yatırım Bankası'na katıldı. Daha sonra, Brexit referandumu sırasında Başkan Obama AB'den çıkmaması yönündeki çağrılar yaptığı halde birlikten çıkma kararı aldı. En son olarak da Birleşmiş Milletler'deki Kudüs oylamasında, İngiltere ve ABD bir kez farklı taraflarda yer aldı.
Müttefiklerle ilişkilerdeki bu gerileme ABD'ye zarar verirken, müttefikleri de daha bağımsız bir çizgi izleyerek değişik seçenekleri değerlendirmeye yöneltti. Başkan Trump'ın Şubat'taki İngiltere ziyaretini, bu ülkedeki yeni ABD büyükelçiliğinin yerini ve maliyetini eleştirerek iptal etmesi, ABD ile müttefikleri arasındaki ciddi güven bunalımının yeni bir göstergesi oldu. Bu karar hem ABD-İngiltere ilişkilerinin geleceği hem de ABD'nin ittifaklara ve ortaklarına sadakati konusunda çeşitli soru işaretleri yarattı. İster ABD'nin müttefiki isterse rakibi olsun, dünyanın tüm ülkeleri ittifak ilişkilerindeki bu kademeli çözülmeyi dikkatle izliyor. Bunların bazıları yeni duruma uyum sağlayarak ABD'nin uluslararası sistemde bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışırken, diğerleri de yeni bir uluslararası sisteme hazırlanmak için farklı seçeneklere yönelmeye devam edecek.
Bu durum her halükarda, uluslararası sistemin geleceği açısından ciddi bir öngörülemezlik yaratıyor. Bu yeni ortamda James Bond, gelecekteki filmlerinde rakipleriyle mücadele ederken yeni müttefikler ve ortaklar edinebilir veya büyük tehditleri bir kenara bırakıp daha küçük sorunlara odaklanabilir.