Çin, 2010 yılı sonunda Cari Milli Gelirler açısından çok uzun yıllardır dünyanın en büyük ikinci ekonomisi konumunda bulunan Japonya'yı ilk defa geride bıraktı.
IMF verilerine göre 2010 yılında Çin'in Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GSYH) 5.87 milyar dolara, Japonya'nın GSYH ise 5.45 milyar dolara ulaştı. ABD, Çin ve Japonya'yı takip eden ülke ise 3,28 milyar dolarlık GSYH ile Almanya oldu.
Fakat Çin'i hem kendinden daha büyük olan ABD ekonomisi karşısında hem de Japonya ve başta Almanya olmak üzere EURO Bölgesi karşısında daha avantajlı konuma iten 2 önemli faktör var.
Birincisi 2008 yılından bugüne dünya ekonomisini büyük bir resesyonla karşı karşıya bırakan ve Batı'da 1929 Büyük Bunalımı'ndan bu yana gelmiş geçmiş en büyük ekonomik kriz olduğu vurgulanan içinden geçtiğimiz bu süreçte sağladığı avantajlı konumu. Yani başta Euro Bölgesi ve ABD olmak üzere bütün dünya büyük bir duraklama ile boğuşurken Çin, geçtiğimiz 30 yılda yakaladığı büyüme trendini içinden geçtiğimiz bu ekonomik kriz sürecinde de devam ettirmeyi başardı ve başarıyor. Dünya Bankası Raporları'na göre Çin 1985-2010 yılı arasındaki 25 yıllık periyotta ortalama olarak her yıl yaklaşık %9,5'luk bir büyüme sağladı ve daha da önemlisi Çin'de 1980-2010 döneminde 600 milyon insan yoksulluk sınırı üzerinde yaşam imkanına kavuştu ki bu 27 AB Ülkesi'nin toplam nüfusundan çok daha fazla.
Çin'in ikinci önemli mukayeseli avantajı ise sahip olduğu döviz rezervleri. Çin 3,2 trilyon dolarlık mevcut rezervi ile dünyanın en büyük döviz rezervine sahip ülkesi. Ayrıca mevcut altın rezervleri bakımından da Avrupa Merkez Bankası'nın sahip olduğu toplam altın rezervlerinin (553 ton) iki katından fazla altın rezervine (1.161 ton) sahip bulunmakta.
Wall Street Journal'ın geçtiğimiz Aralık ayında yayımladığı araştırmaya göre, Avrupa Birliği ülkelerine yapılan ihracat rakamları açısından 2010 yılında Çin, ABD'yi geride bıraktı. 2010 yılında ABD, AB'ye 240 milyar dolarlık ihracat yapmışken, Çin 281 milyar Euro'luk ihracatı ile ABD'yi geçti. 1978'de başlayan Deng reformlarından bu yana Çin ihracat odaklı büyüme stratejisini ve düşük kur politikasını hiç ara vermeden sürdürmeyi başardı. IMF verilerine göre, 2001-2011 yılları arasında Çin ortalama olarak yıllık %10,5'luk bir büyüme trendine ulaşmayı başardı ve geçtiğimiz 15 yılda dünya ticaretindeki payını % 400 artırarak tarihi bir rekora imza attı. Aynı dönemde bir süredir dünyanın en büyük ihracatçısı olan Almanya'yı ilk defa geride bırakan Çin, 2009 yılından bu yana dünyanın en büyük ihracatçısı ve aynı zamanda ABD'den sonra dünyanın en büyük ikinci ithalatçısı.
The US-China Business Council'in hazırladığı oldukça detaylı analizdeki veriler, ABD-Çin arasındaki ticari ilişkiyi şu şekilde açıklıyor: Dünyanın içinde bulunduğu ekonomik krizde Amerikan ekonomisinin daha hızlı iyileşmesi için Çin'in özel bir yeri var. Bu hem ithalat ve ihracat açısından hem de finans ve sermaye piyasaları açısından böyle. Amerika'nın Serbest Ticaret Antlaşması bulunan Kanada (248 milyar dolar-2010) ve Meksika(163 milyar dolar-2010) dışında dünyada en çok ihracat yaptığı ülke Çin (91 milyar dolar-2010). Fakat hassas nokta, ABD'nin Çin'e olan ihracat ve ithalat rakamlarındaki artışın başka herhangi bir ticari ortağı ile karşılaştırılamayacak kadar son yıllarda giderek artan oranlara ulaşıyor olması. ABD'nin Çin'e ihracatı 2010 yılında %32 oranında artış göstermiş. 2000-2010 yılları arasında ABD'nin Çin dışındaki en büyük 10 ortağına yaptığı ihracat ortalama % 55 artmışken Çin'e olan ihracatı %468 artmış. Buradaki sıkıntılı ve büyük riskli durum Çin'in ABD'ye yaptığı ihracatın, ABD'nin Çin'e yaptığı ihracattan daha hızlı artıyor oluşu. Bu doğrultuda Obama Yönetimi'nin 2015 yılına kadar Çin'e yapılan ihracatta ortalama yıllık %15'lik bir artışı hedeflediği açıklandı.
Paul Krugman, ABD ekonomisinin küresel ekonomik hakimiyetini sürdürüp Çin karşısındaki dezavantajlı konumundan sıyrılabilmesi için her yıl 500 milyar dolar daha az ithalat yapması gerektiğine işaret ediyor. Zira ABD Çin'e 91 milyar dolarlık ihracat yaparken Çin'den 364 milyar dolarlık ithalat gerçekleştiriyor ve oluşan bu muazzam ticaret açığını da Amerikan Hazinesi en çok Çin'den borçlanarak kapatıyor. ABD ile Çin arasındaki kur savaşları ise burada patlak veriyor. Zira ABD, Çin'den parasının değerini yükseltmesini istiyor Çin ise bu isteği reddediyor. Çin parasını kendi kriterlerine göre serbest dalgalanmaya bırakıyor. Ama esasta parasının değerini planlı olarak düşük tutup ihracatını artırıyor. Şunu da ifade etmekte yarar var ki Çin'in Yuan'ı ihracat stratejisinin bir parçası olarak planlı düşük tutması sadece ABD'yi değil Türkiye'nin de içinde bulunduğu yükselen piyasalarda da Çin lehine işleyen bir süreci beraberinde getiriyor. Geçtiğimiz yıl Türkiye, Çin ile olan ticaretinde 15 milyar doları aşan bir ticaret açığı verdi. Bu yıl bu rakamın 18 milyar doları aşacağı tahmin ediliyor ve bu ise hemen hemen Türkiye ekonomisinin toplam cari açığının %20'si gibi çok büyük bir orana tekabül ediyor. ABD gibi Türkiye de bir yerde kaçınılmaz olarak bu açığı borçlanarak kapatıyor ve bu borçlanma sadece özel sektörün borç hanesine yazılmakla kalmıyor aynı zamanda istihdam-işsizlik rakamlarına da yansıyor.
Aynı durum Çin-AB arasında da geçerli. Zira Avrupa Komisyonu AB Ticaret Raporları'na göre, AB Çin'in Japonya'dan sonra en çok ithalat yaptığı ikinci ülke (113 milyar Euro) olmakla beraber aynı AB, Çin'in dünyada en çok ihracat gerçekleştirdiği bölge olarak karşımıza çıkıyor. Zira Çin'in 27 AB ülkesine toplam ihracatı 281 milyar Euro'yu buluyor. Böylelikle hem ABD hem de AB Çin'e karşı en çok ticaret açığı veren 2 ekonomik bölge konumunda bulunuyor.
Çin'in böyle bir ticaret kompozisyonu içinde bulunması bir yerde tarafları birbirlerine haşin olmaktan ziyade küresel ekonomi açısından tamamlayıcı rollere itiyor. Bu ise bir yerde tarafları birbirine bağımlı hale getirirken diğer yandan da kaçınılmaz olarak rekabete zorluyor. Zira ABD ekonomisindeki bir kırılma Pekin'de büyük yankı bulabiliyor. Bu da herhalde bize küreselleşmenin ulaştığı nihai noktayı işaret ediyor.
baha.erbas@usasabah.com