Selahattin Yusuf

15 Mart 2013, Cuma

Jeunes Kurdes (‘Jön Kürtler’ okunur)

Biz, her şeyimizle “otantizmimizi” kaybetmiştik. Bizler, “eksiltilemez gerçekliğimizi” kaybetmiştik. Bizler, emperyalistlerin borçlarını tahsil için kendi topraklarımızda kurdukları “Düyun-u Umumiye” bürokrasisinin işleyişini kopya ederek kendi maliye sistemini modernize etmiş bir ülkeydik, millettik. Ne otantisitesi!

19'uncu asırda "geç kalmış" Avrupalı ulusların "rahatsız gençleri" için kullanılıyordu bu terim. June. Yani "genç" diyorlardı Fransızlar. Zamanın en güçlü dili, Polonyalı, Alman veya İtalyan gençlerinin Paris'e kadar taşmış iddialarını, kabaca böyle anıyordu. Sadece bizim "gençleri" değil yani. Sonradan bizimkileri de aynı tabirle andılar. "Yeni Osmanlılar" ve sonra "Genç Türkler" (Jön Türkler) isimlerini oradan aldılar. Hepsinin dertleri vardı. Bizimkilerin dertlerini ise tarih kitapları yazıyor. Yazıya girerken "Geç kalmış" dedim. Neye geç kalmıştı bu uluslar? Tabii ki gelişen sanayi devrimlerine. Yeni ekonomik süreçlere. Sömürgeciliğe. Mesela bu bakımdan Portekiz ve İspanya'nın hikayesi ilginçtir. Avrupa'nın ilk denizaşırı imparatorluklarını kuran ve ilk "dominant power" (başat güç) ülkeleri olan bu büyük ülkeler, sanayi devrimlerine ve yeni ekonomik süreçlere uyum sağlayamadıkları için gelişemediler ve arka plana düştüler. Avrupa'yı onlardan sonra "domine" etmeye başlayan -önce Hollanda ve ardından- İngiltere ve Fransa, dünyanın kurallarını da koydular, imparatorlukları parçalayacak olan hareketlere isimlerini de koydular, göbeklerini de kestiler.


1902 yılında "Abdülhamid istibdadından" kaçıp Paris'e sığınan, büyük şair Yahya Kemal, bir hatırasında Polonyalı bir yatakhane arkadaşından bahseder. "Genç Polonyalı", "Genç Yahya Kemal"e neden Paris'te olduğunu sorar. O da "Hürriyet için" der. Polonyalı; "Polonya bayrağının, bağımsız Polonya semalarında bir dakika dalgalandığını görsem, ölmeye itirazım olmazdı" der ve ekler: "Niçin ülkenize gidip onun bağımsızlığı ve ferahı için çalışmıyorsunuz?" Ülkesine 1912 yılında dönecek olan Yahya Kemal, bu sözden çok etkilenmemişe benzer.

Ünlü şarkiyatçı Bernard Lewis, büyük tarihçimiz Cevdet Paşa'nın bir sözünü naklen şöyle der: "19'uncu asırda mutedil bir Osmanlı askeri için 'vatan' kelimesi, köyünün meydanından daha büyük bir mana ifade etmez." Geçenlerde Mümtaz'er Türköne'nin Twitter hesabında okumuştum. "Mülk-ü Millet" kavramına dikkat çekiyordu. Evet, 19'uncu asrın ortalarında Batı kültürü Osmanlı topraklarına yavaş yavaş yerleşmeye başladıktan sonradır ki kavramlarımız da değişti. Kavramların değişmesi, birer kelime değişikliğinden ibaret değil. Onların arkasındaki tarih ve kültür yükü de değişiyor. Yükler iniyor, yenileri bindiriliyor. Bununla da kalmıyor, o yükleri yüklenen kavramların arkasına yeni aydın zümreleri, yeni kadrolar, yeni politik güçler konuluyor. Kan konuluyor, gözyaşı konuluyor, iddia, ideal, fedakarlık, ayak oyunları, çatışmalar, buluşmalar, ayrışmalar konuluyor. Hasılı, yeni kavramlar, hayatın yeni aktörleri oluyor. Ama bana kalırsa bundan daha önemlisi, o kavramları yaratanlar ve bir süredir barış havzası olarak titizlikle korudukları Avrupa'nın dışında dolaşıma sürenler, aynı zamanda belli politik süreçleri de yönetmiş oluyorlar. Kendi menfaatlerinin yararına; ama o kavramlar yüzünden birbirlerinin kanına girenlerin gözyaşları ve kanları pahasına.


Refik Halid Karay, "Hürriyet" kavramının Osmanlı topraklarındaki serencamını, ilginç bir hikaye ile anlatır. Hikaye dedikse, gerçek bir olay. "Gazal-i Hürriyet" yazısından bahsediyorum. Hatırlayanlar olacaktır. İddiaya göre, Resneli Niyazi, Abdülhamid'e isyan edip maiyetindeki 200 askerle Rumeli'de dağa çıktığında, dağlarda dolaşırken bir ceylan görmüş. Ceylanı vurmamışlar. Kendilerine alıştırmışlar. Hür ceylan! Bunlara alışmış hayvan. Evcilleştirmişler. İsmini de ideallerinin ismiyle müsemma etmişler: "Gazal-i Hürriyet" demişler. Yani "Hürriyet Ceylanı" olmuş hayvanın adı. Gel zaman git zaman, Hürriyet davası zafere ulaşmış. Yazarımız, işbu hayvanı zaferden sonra Sultanahmet'te, halkın ziyaretine açılan ahırında gitmiş ziyaret etmiş. Zavallı hayvan. Pis, pejmürde bir kuytulukta, bir direğe bağlı ve mahzun, bir deri bir kemik, duruyormuş. O günlerde bazı aydın içinde bu ceylanın adı -tabii fısıltıyla söylenmek şartıyla- "Hürriyet gazeli" diye anılır olmuş. Anladınız, değil mi?


Şunu tekrar tekrar yazmak ve söylemek zorundayız. Dağlarda hür gezen ceylanın ruhunu öldürdüler. Vücudunu da bir direğe bağlayıp ölüme terk ettiler. Sonra da koca İmparatorluğu Almanlar eliyle parça parça ettiler. Meşrutiyet de işe yaramadı, Anayasa da, sivil haklar da, azınlık hakları da. Çünkü yenilgilerimizin kökeni hakkında temelden yanlış bir kanaate sahiptik. Biz, her şeyimizle "otantizmimizi" kaybetmiştik. Bizler, "eksiltilemez gerçekliğimizi" kaybetmiştik. Bizler, emperyalistlerin borçlarını tahsil için kendi topraklarımızda kurdukları "Düyun-u Umumiye" bürokrasisinin işleyişini kopya ederek kendi maliye sistemini modernize etmiş bir ülkeydik, millettik. Ne otantisitesi!

Şimdi Genç Kürtler, tipik bir 19'uncu asır aydın hareketi gibi davranarak (ve başlarına bunca şey geldikten sonra haklı olarak) "vatanlarını" istiyorlar, "TC istibdatlarını" lanetleyerek "hürriyetlerini" istiyorlar, "Anayasa" istiyorlar. Ama kimse bu işlerin sonunu düşünmüyormuş gibi geliyor bana. Geri gelmeyecek olanları düşünmüyormuş gibi geliyor. Bana mı öyle geliyor?

SON DAKİKA