Aydınlanmacı zihniyetimizin köklerine bakmak lazım. Çünkü "Okumaktan" ille de kitap okumak, tercihen Batılı eserleri, romanları, sanat tarihini vs okumak anlaşılıyor. Kitaptan da o anlaşılıyor çünkü. O batıda doğmuş, gelişmiş ve toplumları sürüklemiş bir nesnedir sanılıyor…
Nedense çok sevimsiz bir istatistiktir benim için. Şu meşhur "Ülkelerin kitap okuma oranları" istatistiğinden bahsediyorum. Ama yine de inanmış ve sevmiş olalım bu istatistikleri ve şu meşhur kitap okuma oranlarını yineleyelim. Türkiye'de kitap okuma oranı çok düşük. Japonya'da oran yüzde 24'lerde. Fransa, İngiltere, ABD ve Almanya'da da aşağı yukarı aynı. Japonya'dan biraz düşük hepsi. Türkiye'de bu oran yüzde 5-6 seviyesine kadar çıkmış gözüküyor. Ama on yıl önceki istatistiğimiz yüzde 01-02 düzeyinde. Oradan buralara çıkılmış. İyi mi olmuş bilmiyorum. Geçenlerde kitap kurdu bir arkadaşım şunu söylemişti: Anadolu iyi ki okumuyor; yoksa halimiz haraptı. "Yarı-aydın"lık meselesi zor tabii. Türkiye bu stratejik "loşluktan" az çekmedi. Hâlâ da çekiyor.
Neden sevimsiz dedim? Çünkü bu tür istatistikler genellikle Anadolu'yu dövmek için birer sopa gibi de kullanılıyor. Rastgele, vara yoğa sallanıyor bu tehdit. Peki Anadolu bu sopadan korkuyor mu? Ne korkması! İliklerine kadar titriyor. Siz hiç bir köylünün doktor veya mühendis karşısındaki "haşyet" halini gördünüz mü? Kızlarını bu iki büyük destan kahramanıyla baş-göz etmek ister, o ayrı. Bir de dosdoğru kendi korkması vardır. Bu ürküntünün derinliklerine ininiz: Yazıdan korkar Anadolu! Yazının bu nevini kağıt üzerinde görmekten ürker. Bu iki destan kahramanının kargacık burgacık yazısından düpedüz çekinir. Doktorun reçete üzerindeki "Hurufi" gizeminden ve mühendisin matematikle kurduğu nüfuz edilmez diyalogdan tırsar. Çünkü anlamadığı ve asla anlayamayacağını düşündüğü yazı, onun için mutlaka karabet kurulması gerek bir nesnedir. Geleceği ondadır çünkü. İyi edebiyat ve iyi felsefe de öyledir. Bu anlarla ilişki kurmak için mutlaka aracılar, rehberler, kılavuzlar kullanırlar. Burada aldanırlar ama. Çünkü aracıların onlara "zihni" maliyeti ağırdır. Farkına bile varmazlar. Kötü kalitede "Din" vaizleri ve yetenek/yürek yoksulu "Edebiyat" aracıları bu memleketin eski (Kadim demeye dilim varmadı) meselesidir, bilinir. Biri din yıkar; diğeri edebiyatın "yapılmasına" müsaade etmez.
Vaktiyle Anadolu'da her kasabada bir balo salonu olacaktı. Hatta 1930'larda olmuştu da. Düğünlerin iptidailiğini yeren ve karşılığında baloların ileriliğini öven Reşat Nuri Güntekin'nin toprağı aydınlık olsun. Anadolu, döve döve yeni "bina" okuyacaktı; dövüle dövüle, döne döne yine bina okuyacaktı. "Yaban" insanları (Yakup Kadri'nin de mezarında yüz çiçek açsın!) bir müfredat uyarınca el ele tutuşacaklar; hayatı ilerici bir bayram yerine çevireceklerdi.
Aydınlanmacı zihniyetimizin köklerine bakmak lazım. Çünkü "Okumaktan" ille de kitap okumak, tercihen Batılı eserleri, romanları, sanat tarihini vs okumak anlaşılıyor. Kitaptan da o anlaşılıyor çünkü. O batıda doğmuş, gelişmiş ve toplumları sürüklemiş bir nesnedir sanılıyor.
Oysa, şu kadim bakışımız bulandı ve elimizden onu kaçırdık: Hakikatin insanla iletişimi, teması yalnızca kitap üzerinden değil. Mecburi yol o değil. Mesela Kur'an, "Ayet" dediğimiz hakikat bilgilerini doğada (insanın, gezegenin ve uzayın doğasında) da izlememizi ve "Hakikat" ile temasa geçmemizi emreder.
Şimdi bütün liselerin edebiyat şubeleri, ortaokulların rehberlik saatleri, üniversitelerin edebiyat bölümleri otobüslere bindirilip TÜYAP'a akıtılacak ya. Düşünüyorum da; bizim toplum için kendi aydınları tarafından yakıştırılan "Asker-Millet", "Çocuk-Millet" gibi tamlamalara bir yenisi de eklenmeli galiba: "Öğretmen-Millet" tamlaması. Ve aynı zamanda "Öğrenci-Millet" olma durumu. Bunları gözden kaçırmamalı.
Kitaplarla haşır neşirliği meslek haline getirmiş olan ben, şu yaşımda bile sezebiliyorum artık: İnsanın iyi bir insan olabilmesi için ille de kitapların yolundan gitmesi gerekmez. Müfredatı geçtim; edebiyatın, sanatın, arkeolojinin, tarihin vs. tezgahından geçmesine de gerek yoktur pek, sanki. Aşık Veysel hiç bu yollardan geçmemişti. Rahmetli Neşet Ertaş'a bir gün CRR'nin kulisinde, içinde "Orta Asya" geçen bir şeyler söylemiştim de; "Oğlum ben anlamıyom öyle şeylerden, o neresidir, nedir..." demişti bana. Birden kaynar sular dökülmüştü başımdan aşağı. Hiç unutmam. Bir "cahilliği" ilk defa kıskandığımı hatırlıyorum. Anadolu'nun, Türkiye için hep büyük bir mihver, sigorta olan büyük "ümmiliği" üzerine ondan sonra düşünüp taşınmaya başladım.
Şimdi, bu satırları buruşturup çöpe atmış ve ellerini beline koyup bana doğru yaklaşmakta olan edebiyat öğretmenim, size söylüyorum. Dudaklarını sinir kasılmayla büzmüş ve tekinsiz bir "O" haline getirmiş öğretmenim. Bunları yazdım diye kızmayınız. Kitaplar elbette önemlidir. Onlar olmasaydı şu yamyassı dünyanın tadı pek olmazdı, tamam. Ben sadece, bunları da bilelim, üzerinde düşünelim diyorum.
22 KASIM-5 ARALIK 2012