Çok güzel bir dizedir o. Hakan Albayrak yazmıştı uzun yıllar önce. "Bizi severken devletten farkları yoktu..." Günümüzde de tekrarlanıyor. Tarihte de olmuş hep. Ama hangi halk bunun farkına varabilmiş ki! Hangi "sevilen" uyanmış ki buna! Buyurun. Kaddafi, pençesindeki halkı nasıl seviyor, görün. Körfezin emekli kurbağa kafalı "şeyhleri", (ihtiyar anlamına da gelmektedir ve şu anda en çok bu anlamıyla doğrudur!) kralları nasıl seviyorlar halklarını, görün. Vaktiyle beyazlar Amerikan yerlilerine incik boncuk, hatta renkli cam kırıkları veriyorlardı, toprak karşılığında. Şimdikiler de dolar veriyorlar. İkiyüz dolar, üçyüz dolar. Ve onları ne kadar sevdiklerini gösteriyorlar.
Halkını metresleştirmemiş çok az yönetim var dünyada. Hatta devrimlerin önderleri de böyledir çoğunlukla. Dünya tarihi bu bakımdan biraz da "sevilenlerin" kül yutma tarihidir.
Rus nihilistleri (Narodnikler – "halkçı" demektir) ne diyorlardı vaktiyle: Halkımızı bambaşka bir halk yapacağız. Eğer buna direnirse, onu ilga edeceğiz (ortadan kaldıracağız). Açın, Turgenyev'in "Babalar ve Oğullar"ını okuyun. Rus devriminin kökenleri ve ruhsal ayrıntıları 1850'lerde yayımlanmış bu kitaptadır. Yani Narodnikler'in halklarını -Daha büyük(?)- bir ideal uğruna nasıl araçsallaştırdıkları (nasıl sevdikleri) ortadadır. Resmi gazetelerinin ismi uzun on yıllar boyunca "Pravda" olarak kalmıştır: "Hakikat"! Cümleyi tamamlayalım: "Resmi Hakikat"! Yeterince açık mı?
Ve bu gün de aynı manzaraları seyrediyoruz.
PKK bazı Kürt yazarları tehdit ediyor, deniliyor. Neden? Çünkü halklarını "onlar gibi" sevmeye yanaşmıyorlar. Halklarını devlet gibi sevmiyorlar. Buna direniyorlar. Şivan Perwer, Muhsin Kızılkaya insanları gerçekten seviyorlar çünkü.
Mehmet Metiner "devlet gibi sevmekten"den ikisine de uzak bir diskur kuruyor.
Bir burjuva alışkanlığıdır bu ve eski bir alışkanlıktır. Fransız Devrimi bir burjuva devrimidir. Egemenliği "ulusa" devretmişti bu devrim. Hesapta. Ama "ulus"un müphemliğini, muğlaklığını kullanarak, aslında kendi "politbüro"sunun uhdesine almıştı egemenliği. Egemenliği somut, belirgin insanlara, kümelere, sınıflara devretmeyi aklından bile geçirmemişti. Ve bu kötü bir modernite alışkanlığı olarak sürdü gitti. Modern devrimlerin aslında insanları sevmediği, onları araçsallatırarak eşyalaştırdığı gerçeği, güzel anarşistler ve güzel dervişler dışında asla hatırlanmadı. Hatırlatılmadı. Hep saklandı. İktidar sorunu, hep kitleler için ve kitleler üzerinden tartışıldı. Teker teker insanların ezber bozan, hesap bozan, rahat bozan durumları görmezden gelindi.
"Pekeke" Kürt kadınlarını özgürleştiriyor. Onları "feodal" baskıların pençelerinden kurtarmaya çalışıyor. Sonuna kadar doğru. Sonuna kadar, açık yüreklilikle destekliyorum bu fikri. Ama, sakın o modern hastalığın damarları Diyarbakır'ın, Lice'nin, Hakkari'nin kılcallarına kadar ulaşmış olmasın çoktan? Sakın Kürt kadınları aynı araçsallaştırmanın konusu (DA) oluyor olmasınlar bu süreçte.
Özgürlük, sanıldığı kadar kolay bir şey değil. Sevgi, elinde mikrofon olanların, "halklarına" kuşbakışı bir göz gezdirmeyle bakarken yükselttikleri bir retorik olmasın! Yüksek bir kürsüden, elinde (sesi daha çok çıkan ve meydandaki bütün sesleri bastıran) mikrofonla insanlara bakmanın sıkı bir yapı-sökümcü analizine, eleştirisine var mısınız? Buna cesaretiniz var mı? Mikrofaşizm'in izlerini sonuna kadar, nefes nefese takip edecek cesaretiniz var mı? Bütün mesele budur. Bu konuşulmadan hiçbir özgürlük konusu konuşulamaz. Nokta.
17/03/11