Hayatımda okuduğum en sıkı, en sarsıcı kitaplar değiller. Ama eminim ve iliklerime kadar hissediyorum: En sevdiğim kitaplar. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu'nun "Dostluğa Dair" kitabı ve Exupery'nin "Küçük Prens"i. İkisi de dostluğu anlatır. Gemuhluoğlu, dostluğu içinde dönüp duran büyük alevin küçük parçaları olarak, dümdüz, sade ve içten biçimde dile getirdiği için etkiler beni. Exupery ise onu mesel olarak anlatır. İki kitap da karmaşayı dindirir. Hayatı sadeleştirir. Tıpkı aşk gibi. Onun için iyi gelir ruhlarımıza. Gemuhluoğlu müsaade ederse, Küçük Prens'ten bir enstantane almak isterim buraya, meramımı anlatmak için. Kitabın bir yerinde, yanlış hatırlamıyorsam Küçük Prensimiz sorar: "Bu nedir, yılan mı?" Cevap: "Hayır bu bir tren. İçinde insanlar var. Bir yerden başka bir yere gidiyorlar." Küçük Prens: "Neden, bulundukları yeri sevmediler mi?" Cevap: "Hayır, hepsinin de ayrı ayrı işleri var." Ve sonra ters yönde hızla ilerlemekte olan bir tren daha görürler. Küçük Prens tekrar sorar: "Geri döndüler galiba, gittikleri yeri sevmediler..." Cevap: "Hayır, o aynı tren değil..."
Bu küçük konuşmada Exupery, küçük bir çocuğun gözlerinden bakmaktadır hayata. Onun gözlerinin hikmetine içten bir bağla bağlıdır. Küçük Prens konuştukça hayat sadeleşir. Dünyada olmaklığımız aşka dönüşür. Hayatın derinliklerinden, dünyanın el değmemiş yerlerinden, varoluşun henüz yayımlanmamış belgelerinden derin bir müzik kaynaklanmaya ve yükselmeye başlar.
Onun günahsızlık, suçsuzluk dolu "ilksel" sorularının hayatımızın üstüne bambaşka ve yepyeni bir ışık düşürebileceğine inanmıştı çünkü Exupery. Fethi Gemuhluoğlu da yanına gelen "Anadolu" kökenli öğrencilere burs, yardım bulmak için nefes nefese koştururken, bir taraftan da onlara "Âşık mısın?" diye sorarmış. Değilse, "Ol, geciktirme!" dermiş. Çünkü bilirmiş ki aşk olmadan, dünyanın derinden kavranışı olmadan bursun, okulun, kitabın, hayatın pek bir anlamı yok. Hayatı sadeleştirmeden anlamanın ve anlamlandırmanın bir yolu yok. Ona, dünyaya ve hayata yani, dokunmanın aşktan başka bir çaresi yok. Eczası yok. İmkânı yok. Yordamı yok.
Geçen, Taksim'de bir kafede dostlarla oturuyoruz. Gece. Siyasete girmek için, "vekil" olmak için çırpınan birisi var yanımızda. Çorbasını içerken bile aklı orada. Konu ne olursa olsun. Ne kadar önemli, ne kadar can alıcı olursa olsun. Aklı fikri orada. Bulabildiği tutamakları kullanıp lafı oraya getiriyor. Masadakilerden biri "parti"de etkili. Sadece ona bakıyor. Sadece onun sözünü dinliyor. Hiç kesmiyor sözünü. Geri kalanların sözlerini de onun gözlerinin içine bakarak dinliyor. Hop oturup hop kalkıyor. Anlıyorum ki o masada olmasa bir dakika bile vakti yok. Bizi çiğ çiğ yiyecek. Son derece baskın bir karakteri var. Hedefe kilitlenmiş. Gözü kararmış. "Vekil" olmak için.
Şimdi "Küçük Prens"i konuşturacağım; ama elbette sadece bu "aday adayı" için değil. Genel vaziyet için. Para pul sahibi, güç kuvvet sahibi ne kadar "aday adayı" varsa hepsi için: "Neden asıl değil de vekil olmak için bu kadar çırpınıyorsunuz?", "Neden hizmet için bu kadar çırpınıyorsunuz?", "Neden düşen birinin yardımına koşmak alışkanlığının gittikçe azaldığı bu ülkede herkes aynı anda hizmet için ölümüne koşturabiliyor, aday adaylarının sayısı rekor kırıyor ve bu garipsenmiyor?"
Ve bu günlerde Ankara'da, Başbakan'ın çevresinde çok dillendirilen bir espri var. "Göz teması". Herkes Başbakan'la göz teması kurmak için pervane olmuş dönüyormuş. "Aşk"ın ilk dokunuşu, ilk alevi ve "Göz teması" kelimelerini yeniden, bir daha ve baştan başlayarak düşünmek zorundayız artık. Fethi Gemuhluoğlu'nu ve Saint- Exupery'yi de yardıma çağırarak.
14/04/11