Türkiye'de durum normale dönmeye başladıktan sonra ise işler şöyle çatallandı. Tedbir ve makuliyet Türkiye dışındaki güç odaklarına ve ülkelere karşı, belki haklı olarak, bazen de -Mavi Marmara örneğinde olduğu gibi- içimizi burkarak, devam etti; ama Türkiye içindeki "tedbir-makuliyet-politik kayıtsızlık" algısı ilginç bir evreye girdi.
Hiç unutmuyorum. Eskiden Milli Görüşçüler Zaman almazlardı. Milli Gazete'nin "M"sinin yarısından itibaren, "Gaz..." kısmına kadar olan kısmı görünürdü ceplerinde sadece. Tıpkı "...umhuriy..." gazetesi okuyanlar gibi yani. Cepte taşınan bir bayraktı sanki. Kafalar netti. Dava belli, dert belli, taraflar berrak ve mücadele esastı. Ama bir şey vardı. Diyelim Zaman ekolünden gelen Hekimoğlu İsmail'in Minyeli Abdullah romanı hemen bütün kitaplıklarda bulunurdu. Daha başka kitaplar da. Belki Hocaefendi'nin a-politik tutumu/söylemi dolayısıyla kitapları okunmazdı pek (siyaseten zorda olan ama destek görmeyen Milli Görüş'te Hocaefendi'ye saygılı bir sitem, bir çeşit yalnız bırakılmışlık duygusu hep vardı); ama o camiadan çıkmış edebi eserler mutlaka okunur, dolaşıma kolaylıkla girer ve hiçbir şekilde "GBT" sorgusuna takılmazlardı. Aynı şekilde o camiadan neşet eden çeşitli sanat olayları, tiyatro, sinema vb eserler de bir nevi "beyt'ül mal"dan sayılır, okunur, seyredilir, icabet edilir, gönül hoşluğuyla paylaşılırdı. Türkiye'deki samimi Müslümanların dertlerinin, tasalarının ortak olduğu günlerdi. Mağduriyetler ortaktı. Kaybedilmiş bir imparatorluğun/ uygarlığın açıkta ve ayazda kalmış, horlanmış, aşağılanmış ve elan aşağılanmakta olan çocuklarıydı dindarlar. Bir gazetede yazmak, o zamanlar memleket için bir şey yapmaktı. Bir gazetede "yazmaktı" gerçekten; bir gazete için "çalışmak" ise sadece gönüllü müvezzilerin, dağıtıcıların, hasılı, samimiyetle ve safiyetle "bağlanmış" kol emekçilerinin karıydı. Bir gazete için, bir camia için "çalışmanın" yeni tanımı, epey yeni, ayrıca canımızı sıkacak kadar nev-zuhur bir ruh hali ve iştir bugün.
Ee sonra ne oldu, diye soracak olursanız; hikaye uzun, malum ve sıkıcı. Ben bu yazıda, bu hikayenin sadece bir yerine değinmek istedim.
Bir kere şunu söylemek lazım. Her iki camia da on yıllardır büyük bir değişimden geçiyorlar. Bu camialardan biri yakın geçmişte, 1997'de Deli Dumrul'un iki ihtimalli "özel" gümrüğüne takıldı ve feci biçimde tökezledi. Sonra kendini bambaşka bir ruh hali içinde toparladı ve bu gün ülkeyi yönetiyor. Hep a-politik kalmış ve tedbiri asla elden bırakmamış olan öbür camia ise Deli Dumrul'un gümrük duvarına hızla yaklaşmaktayken sert bir fren yaptı ve badireyi nispeten az bir zararla -ama elbette ki büyük bir tehdit altında kalarak- atlattı. Bu camianın, memleketin uzun on yıllardır ihmal edilmiş, görmezden gelinmiş, hatta bastırılmış ve sakat bırakılmış bir -düşüncesini değil belki ama- "duygusunu" seslendirdiği açıktı. Bu duygunun sesini yükseltirken hep taşıdığı ve teşkilatlarında neredeyse kurumsallaşmış "tedbir, makuliyet, hizmet, öbür yüzünü çevirmek" alışkanlığı devam etti.
Türkiye'de durum normale dönmeye başladıktan sonra ise işler şöyle çatallandı. Tedbir ve makuliyet Türkiye dışındaki güç odaklarına ve ülkelere karşı, belki haklı olarak, bazen de -Mavi Marmara örneğinde olduğu gibi- içimizi burkarak, devam etti; ama Türkiye içindeki "tedbir-makuliyet-politik kayıtsızlık" algısı ilginç bir evreye girdi: Düpedüz ortadan kalktı. Türkiye'nin iç politikasıyla "Camia" arasında on yıllardır devam eden "aldırmazlık" paktı çöktü. Cemaat Türkiye'deki iç politikaya "aldırmaya" başladı.
Bu yazıyı buraya kadar okuyan -mesela- Bengladeşli biri, yazdığım son cümleden sonra tahminini şöyle yürütürdü: Evet, bu camia, eskiden beri aklı, fikri ve gönlü "hemen hemen" birlikte olduğu diğer camianın başarısını kutlamıştır ve Türkiye'nin daha güzel bir ülke olması için elini taşın altına koymuş, bütün gücüyle seferber olmuştur.
Böyle olmadığını, bütün sitemkâr yan anlamlarıyla cümleler kurarak söyleyebiliriz bu gün. Daha fazlasını söylemeye ise gerek yok. Ama birkaç şey daha eklemekte fayda var. Çünkü toplumu ve onun çeşitli kesimlerinin hareketlerini geriye doğru (da) takip etmeden ileriye doğru tahmin etmek mümkün değil. Yarın hepimiz öleceğiz. J. M. Keynes'in, teorisinin uzun vadeli olamayacağını ispatlayan eleştirmenleri için takındığı soğuk biganeliği takınmayacak ve "uzun vadede nasılsa hepimiz öleceğiz, ne önemi var" demeyeceksek eğer; eğer bu memleketin hepimiz için taşıdığı özel önemi ve ona karşı içimizde tuttuğumuz tutkuyu ve ilgiyi berhava etmeyeceksek, söylemeliyiz.
İki camianın programlarına, broşürlerine, şemalarına ve gündelik emellerine değil de romanlarına, kitaplarına, tiyatrolarına, sinemalarına, resimlerine, hasılı, gazetelerine değil de "kitaplarına" eskiden var olan ortak ilgiyi bu gün her iki tarafın yazarları neden dile getirmiyorlar? Yazarlar ve entelektüeller, neden ortak alandan hızla uzaklaşıyorlar? "Gazete için çalışan" köşe yazarlarının sesi neden daha çok çıkmaya başladı da gazetelerde "yazan yazarların" sesleri giderek kısıldı? Her iki camianın hikayesi bu kadar yalınkat mıydı ki; iki cephede de eli kalem tutan "sniper"lar bu kadar kolay iş-güç sahibi oldular? Kimdir bu insanlar? Bu camiaların "özel" dertleri için taşıdıkları "özgeçmişleri" nedir? Onu bir yana bırakalım; eski güzel günlerde "Medine Vesikası: Bir Arada Yaşamak Mümkün!" başlığıyla özgün bir çıkış yapan, samimi bir Müslüman olduğu konusunda asla şüphe etmeyeceğimiz Ali Bulaç bu gün, "Bir arada yaşamanın" özel ve daha naif bir sorun olarak önümüzde yükseldiği ahvalde ne yazmaktadır?